S. Bilgehan Eren
Yıllar önce Üstad Necip Fazıl’ın Para isimli piyesini okuyup, sonrasında da tiyatro sahnesinde izlediğimde şunu düşünmüştüm: İktisat fakültesi mezunu ve bu alanda da yıllarca çalışmış biri olarak, Türkiye’nin iktisat fakültelerindeki akademik verimlerinin yarısına bile, Üstad’ın sadece bu eserini değişmem.
Bu tespitte mübalağa etmediğim gibi, hiç kimseyi de küçümsemek, emeklerini görmezden gelmek gibi bir durumum yok. Zira olanlar da olmayanlar da meydanda. Hâlâ öyle midir bilemiyorum, neticede ben mezun olalı yirmi seneden fazla oldu ama bizim zamanımızda iktisat ve işletme fakülteleri, genel anlamda bankalara, finans piyasalarına eleman yetiştiren meslek okulları gibiydi. Gerçekten layığıyla iktisat öğrenip mezun olan pek de kimse yoktu. Durum böyle olunca (tabii ki hepsi değil ve idealist olanları tenzih eder, saygılarımı sunarım) öğretim görevlileri de iktisat alanında hakikat arayıcısı, tarayıcısı, aktarıcısı olmaktan öte; bir nevi maveradan bağı kopartılmış, seküler bilimsel diktatörlüğün kendince fiyakalı unvan taşeronu ve maaşlı memuru konumundadır.
Akademimizin Gerçek Derdi Ne?
Akademisyenlik misal, iş hayatında daha yüksek bir kazanç elde etmek için, doktora yapmak mıdır? Yahut bir çeşit at gözlüğü müdür? “İnsanı tüketen hayvan olarak gören” bir yaklaşımın dışında ve özellikle buna alternatif, dünya görüşü çapında eser ortaya koymuş, kaç tane iktisatçı-akademisyen var, gerçekten bilmek isterdik. Arapların “Eflatun-u İlahi” dedikleri Platon’un milattan önce 5. asırda kurduğu mektebin adı olan “akademya”ya nisbetle bugünkü akademik hayat nereye düşer? Falancası-filancası ayırt etmeden söylüyoruz; çoğunluğun derdinin ilim değil de unvan, üretmek değil de kadrolaşma, yenilik-öncülük değil de eyyamcılık olduğu bir akademi, gerçekten akademik midir?
Bu girizgahın ışığında tıpkı Üstad’ın Para piyesi gibi, buna benzer birkaç eser daha var ki, ben olsam bunları sadece iktisat, işletme fakültelerinde değil; sosyolojiden felsefeye kadar tahsil yapan birçok öğrenciye, ders kitabı olarak sayardım. Tabii ki mevzubahis ettiğim, seküler bilimsel diktatörlüğün işine gelmez bu eserler, farkındayız. Sistemin sözde selameti açısından onlar, işin köklerini anlatmak yerine, diğer bir deyişle bu tip kitaplar yerine, öğrencileri bir bakıma bilgi bombardımanına, malumatfuruşçulukla boğmak peşindedirler.
Altını bir daha çizmek yerinde olacaktır. Mevzu etmeye çalıştığımız bu klasiklerden ders alınmayacaksa, ders veriyor olmanın gerçekten ne gibi bir kıymeti harbiyesi var?
Zihin Açan Bir Roman
İmdi müsaadenizle bunlardan birini satırlara taşımak, dikkat çekmek istiyorum. Emile Zola’nın 1883’te yayımlanan romanı Kadınların Cenneti, Rougon-Macquart dizisinin 11. romanı. Orijinal adı Au Bonheur des Dames (Bayanların Mutluluğuna) olan bu eserin, ayrıca Türkçeye Paris Yıldızı ismiyle de bir çevirisine rastladım. Bence bu eser, sadece yazıldığı döneme değil, 2021 yılı kaydıyla bugünün gerçeklerine de ciddi anlamda ışık tutan ve zihin açan bir roman. Nedense bizde romana, piyese, tiyatroya küçümseyici bir tavırları vardır akademik camianın. Onları kendi zaviyelerinden ilmi görmezler. Halbuki bizce, onların ilmi
(!) masalları yanında, bu romanlar çok daha gerçektir. Bu vesileyle, özellikle de başta iktisat, işletme, sosyoloji olmak üzere, insan ve toplum bilimleriyle ilgilenen herkes için özellikle tavsiye ettiğim romanlardan biri olduğunu belirtmiş olayım.
Öncelikle bu kitapta tüketim kültürünün, ki bundan kastımız lüks-gösterişçi tüketim, nasıl başladığı anlatılıyor. Kapitalizmin cemiyet ahlakını dejenere etmesi, kâr etmenin bütün insani erdemlerin en başına geçmesi, büyük sermayedarların siyaseti de etkileyip kuralları kendilerine göre koydurmaları, ticarette müthiş ayrıcalıklı olmaları, haksız rekabet, büyük balığın küçük balığı yutması, moda sektörünün ortaya çıkışı, modern pazarlamanın incelikleri, reklamın ve halkla ilişkilerin etkileyici gücü, mektupla sipariş alma (evet o yıllarda internet- akıllı telefonlar yok ama uzaktan satış yine var)…
Bugün genelde plazalarda şahit olduğumuz çalışanların birbirlerinin ayağını kaydırması, dedikodu ve mobbing yapmaları, sadece maddi değil manen de insanın kaybolması, işçilerin kötü şartları ve yaşam zorluğu, insanı kaynak olarak gören patron ve yöneticilerin çalışanlar üzerinde kurduğu despotluk, işten atılma korkusunu her zaman işçilere bir baskı aracı olarak kullanma, hem yöneticilerin hem de diğer erkeklerin çalışan kadınları taciz etmesi, rant ve kâr için yeni inşaat ve istimlak faaliyetleri, borçları yüzünden intihar edenler, hırsızlık yapan soylu kadınlar… Tüketim ekonomisinin yeni bir sosyal sınıf oluşturması, burjuvazinin ikiyüzlülüğü, kapitalizmin vefasızlık sistemi olması, tekelleşme, küçük esnafın ölümü, zanaatların önemini yitirmesi, AVM kültürü, modern insanın alışveriş peşinde değil görsel büyü peşinde olması, arzuların ihtiyaçların yerini alması ve bunun getirdiği aşırı tüketim, değişen tüketim alışkanlıkları ile değişen toplum ahlakı, tutum ve davranışlardaki köklü değişiklikler gibi, evet bunun gibi, günümüzde de ekonomik hayatta, iş hayatında da müşahede ettiğimiz onlarca şey bu romanda yer alıyor.
Yolculuk Başlar ve Olanlar Olur
Ama aslında en dikkat çekici olan, kadınların sömürülmesi. Kapitalizm, ürünlerden önce müşteri üreten bir sistemdir. Mal ve hizmetten önce algı üretir. Mesele arz değil, talep coşkusu oluşturmaktır. En büyük silahlarından biri medya ve reklamdır. Romanda da görüleceği üzere, tüketim ekonomisi kadınlara dayanmaktadır. Zira kapitalizm bir bakıma kadınların sömürülmesi üzerine kurulmuştur. Bunu da erkekler yapmıştır. Nihayetinde, erkekler kadınları, kadınlar piyasayı (mal ve hizmetleri), piyasa şartları da insanlığı tüketmiştir.
Bu şekilde baktığımızda, kapitalizm, en büyük kadın cinayetidir, toplu katliamdır, lakin yığın bunu göremez. Haddizatında görmemesi için de her türlü sahte cennet yaratılır. Bizi uyuşturup, uyutup, avutup, oyalayıp, hakikati görmemize, asli meselemize yönelmemize, belki de oluş sancısı çekmemize engel olan, işte bu sahte cennetler; bir anlamda da dünyadaki cinnetimizin sebebidir. Neticede bu sistemde her tüketici, aynı zamanda da bir tüketilendir.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar” diyordu Tolstoy. “Ya bir insan bir yolculuğa çıkar veya şehre bir yabancı gelir.” Kadınların Cenneti de tıpkı böyle başlıyor. Babaları ölünce, çalışmak için küçük kardeşleriyle birlikte taşradan amcasının yanına Paris’e gelen, genç Denise’in hikayesi aslında. Umut ve ekmek kapısı diye büyükşehirlere göç eden yahut yurtdışına giden milyonlarca insanın hikayesi gibi. Genç kız “Kadınların Cenneti” isimli devasa mağazada çalışmaya başlar ve mağazanın sahibi Mauret ile de böylece yolu kesişmiş olur. Romanın ana iki karakteri işte bunlardır; taşralı kız ve kapitalist girişimci.
Emile Zola, konusu Paris’te geçen Kadınların Cenneti’nde, üst satırlarda sıraladığımız hususların hepsini, başarılı bir kurgu içinde gerçekten de çok güzel aktarmıştır. Ve bir not; Kadınların Cenneti, muhtemelen dünyanın ilk AVM’si olan Paris’teki Bon Marche’dan etkilenerek kaleme aldığı bir eser. Neticede romana ismini veren “Kadınların Cenneti” de tıpkı Bon Marche gibi bir moda mağazası.
Kitabın ruhunu okuyucuya geçirecek birkaç iktibas ile bitirelim:
» Bütün sanat dostum, kadınları büyülemek, bir malı onlara sevdirmektir. O zaman hepsi buraya koşar, her kadın kendine giyimlik bir şey almak ister. Sonra istediğin malı, istediğin fiyata satarsın. Kadınlar senden ucuza aldıklarına inansınlar bir kere. (s.52)
» Lüks giyime karşı besledikleri açlığı gidermek için böyle davranıyorlardı. Giyim kuşama kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki, buna hayat damarlarında dolaşan kan kadar gereksinim duyuyorlardı. (s.96)
» Bütün mesele kadına dayanıyor. Kadını avucunuza aldınız mı, onunla dünyayı fethedersiniz! (s.97)