Necdet Subaşı
Herhangi bir dini, düzenleme fikriyle birlikte konuşmayı göze almak en başta kendini o dine bağlı hissedenler için yaralayıcı bir girişim olarak görülür. Bu nedenle dini, insani hiçbir müdahaleye izin vermeyen özgün haliyle kabul edip onun herhangi bir dışsal etkiye açık kılınmamış gerçekliğini hidayet ve kurtuluş için sahici bir imkan olarak görenler söz konusu olduğunda her türden manipülasyonun daha başta reddedilmesi beklenir.
Dinin farklı şekillerde yorumlanması mümkün olmakla birlikte özüne yönelik eleştirel yaklaşımlar genellikle yüksek bir dikkat ve derin bir hassasiyet içinde karşılanır; bu yöndeki çabaların iyi niyet taşımadığına ilişkin tecrübe birikimi din bağlılarını çoğu kereler teyakkuz halinde harekete geçirir. Aslında pek çok “dini” yorumun giderek dinin yerini alabildiğini biliyoruz. Aynı şekilde dinsel temelli ihtilafların da zamanla dinin asli tabiatını gölgede bırakacak ayrışmalara fırsat verebildiğini, hatta kimi doktriner tartışmaların mezhep ayrışmalarında sıkça göründüğü gibi dinin hakikatine tek başına sahip olma iddiasıyla başka diğer bakış açılarına karşı çıktığını biliyoruz.
Dinde reform bu bağlamda yeni, kalıcı ve kurumsal bir yorum üretme konusunda tarihte pek çok örneğine kolaylıkla rastlayabileceğimiz deneyimleri hatıra getirir. Değişik varyasyonları olsa da reformcu çizgi ağırlıklı olarak dinin bildik/bilindik seyrini dönüştürmeyi, ona mütemadiyen şekil vermeyi, alışkanlıklarla biçimlenmiş bir tasavvuru altüst ederek dönüştürmeyi amaçlar. Bu bağlamda Protestan reformuyla kendi özgün kıvamını bulan reformist yönelimlerin sonuçta dine yeni bir yer açmaktan onu yeniden biçimlendirmeye kadar varabilen çeşitliliği dünyevi hayatla uhrevi hayat arasında yaşanabilen olası hemen her gerilimin gideril-mesinde başvurulan bir yöntem olarak kabul görmekte gecikmedi.
“Dini Alan”ın Yeniden Düzenlenmesi
Şerife Şimşek geçtiğimiz yıl yayınlanan kitabında tam da bu noktada seyreden bir fikriyatın modern Türkiye’deki emsallerine yoğunlaşıyor. Şimşek “Dini Alan”ın Yeniden Düzenlenmesi alt başlığıyla sunduğu çalışmasına oldukça yaratıcı ve ironik sayılabilecek vurucu bir başlık koymayı da ihmal etmemiş: Din ve Kadastro. Yazar kitabında devletle din arasındaki ilişkiyi oldum olası tek taraflı bir belirleyicilik ekseninde somutlaştıran siyasi ve kültürel müdahalelere sık sık vurgu yaparak dikkat çekmekte ve dini alanın yer yer daralma yer yer de sönümlenmesiyle sonuçlanan yeni hallerinin gündelik hayata hangi tezahürlerle taştığını göstermeye çalışmaktadır.
Türkiye’de dini alanın seküler ima ve çağrışımlarla tanzimi, geleneksel diskur içinde şekillenmiş dini/dünyevi ayrımından farklı bir şekilde yol alır. Genelde Tanzimat’la birlikte başlatılan dinde modernleşme çabalarının onu dünyalık bir olgu ve veri yığını olmaya zorlayan tasavvuru Cumhuriyetle birlikte hız kesmeden devam etmiş ve yer yer sınır tanımaz bir savrukluk içinde ilerleyen hızlı müdahale trafiği 12 Eylül 1980’le birlikte bambaşka bir mecraya evrilerek ancak yön değiştirebilmiştir. Kendi içinde sayısız çelişkilerle malul bir egemenlik ihdası Türkiye örneğinde hem dinden hem de modernliğin laik temsillerinden vazgeçmemeyi akleden seçimiyle gündelik hayatın tanzimine ilişkin yönelimlerinde her zaman problemli, muğlak ve müphem bir istikamette ilerlemiştir.
Şerife Şimşek’in 2019’da Selçuk Üniversitesi’nde tamamlayıp savunduğu “Resmi, Dini Alanın Yeniden Düzenlenmesi: 12 Eylül Ara Döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı (1980-1983)” başlıklı tezine dayanan bu çalışmada genel okuyucuyla buluşan adıyla da kolayca ilişkilendirilebileceği gibi din ve kadastro ilişkilerine yoğunlaşılmaktadır.
Şimşek’e göre 12 Eylül 1980’de iktidarı devralan askeri kadro, başka her şey gibi din alanına yönelik bir düzenlemeye de acil ihtiyaç duymuş ve kendinden önceki dönemlerle kıyas kabul edilmez bir farklılık içinde dini araçsallaştırma çabasına zemin hazırlamıştır.
Araçsallaştırma Pratikleri
Ara dönemlerin kendine özgü işleyişinde devletin din alanıyla kurduğu ilişkinin seyrini takibe alan Şimşek, özellikle araçsallaştırma pratiklerinin ortaya çıkardığı yeni yapılanmaları akademik müzakereye taşımaktadır. Gerçekten de olağan rejim uygulamalarından ayrışmış bir şekilde tasfiye, tahliye, restorasyon ya da büsbütün gözden çıkarma gibi türlü müdahale biçimleriyle din alanını yeniden şekillendirme misyonunun güç kazandığı ara dönemlerde, Türkiye özelinden bakarak dini alanın nasıl ele alındığını görmek yazarın da hemen her satırda coşkuyla yansıttığı gibi oldukça enerjik arayışları açığa çıkarmaktadır.
Askeri yönetimin “darbe”, “ihtilal” ya da “devrim” ifadeleriyle birlikte hatırlattığı darbe kronolojisi dikkatle takip edildiğinde başından itibaren gerçekleşen Kemalist reformasyon adımlarından açıkça ayrışan yeni bir müdahale biçimiyle karşı karşıya olduğumuzu görmek hiç de zor değildir.
Devletle dinin arasını giderek güçlenme potansiyeli taşıyan dini duyarlılık alanlarının tehditlerini boşa çıkarma anlamında yeniden kurgulamayı planlayan askeri yönetim için bundan sonra deneyimlenecek olan tercih hiç kuşkusuz araçsallaştırma olacaktır. Pek çok açıdan yeni sayılabilecek bu gidişatta başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laik temeller üzerinden tahkim edilmesi olmak üzere okullarda din derslerinin Anayasal bir zorunluluk içinde verilmeye başlanması ve dine yönelik kurumsallaşmış baskıların görece de olsa azaltılması ve sonuçta şimdiye kadar pek de üzerinde durulmamış “Türk İslamı” söyleminin devletleştirilmiş bir ideoloji olarak kamusallaştırılması önemlidir.
Devlet ve Toplum
Şerife Şimşek çalışmasını 3 ana bölümde ele almaktadır. Uzun erimli bir girişle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihsel, dinsel ve siyasal müktesebatını özetleyen Şimşek, kurumsal yapının Kemalizm’in kurucu idealleriyle buluşan yönlerine vurgu yapmakta ve 12 Eylül’e gelen süreçlerde dini alanın devlet ve toplum nezdinde değişen ve sıkça baskılanmış görüntülerine işaret etmektedir.
Yazarın asıl üzerinde durmak istediği konu resmi dini alanın ara dönem pratikleri içindeki yeni konumunu anlamaktır. Bu gereklilik içinde yazar zorunlu din derslerini ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurumsal yenilenme ve inşa bağlamında ele almakta, bu çerçevede devletin dine ihtiyaç içinde şekillenen stratejik duyarlılıklarına dikkat kesilmektedir.
Öteden beri din derslerinin tanımsız bir şekilde müfredata dahil edilmesinin ortaya çıkardığı muğlaklığın 12 Eylül’le birlikte kesinlik içinde bir açıklığa kavuşturulması sadece bir aşama olarak geçiştirilebilecek bir tercih değildir. Aksine devlet artık dinle daha organik sayılabilecek bir yakınlık çabasını aşikar etmekte ve böylece ulusal ve uluslararası düzlemde dinin artan gücünü
karşılayabilecek yeni bir düzenlemeye yönelmekte ve onu her şeyden önce kendi içine katmayı göze alan yeni bir konseptte karar kılmak üzere sosyal bilimsel kodları harekete geçirmektedir.
Öte yandan yazar 12 Eylül 1980’le birlikte başlayan ve şiddetli çekişmelere öncülük eden başörtüsü yasağı ve kısıtlayıcı tedbirlerin sınır tanımaz bir coşkuyla gündelikleştiği söz konusu süreçte dine görece yakınlaşma olarak görülebilecek “Türk İslam Sentezi” söyleminin paradoksal yönlerini güncel akışın derinliklerine nüfuz ederek deşifre etmeyi amaçlamaktadır.
Özgün Kavramsallaştırmalar
Yazar kitabının 3 bölümünde de ağırlıklı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ele almakta ve onu “resmi kurumsallaşma” bağlamında tartışmaya açmaktadır. Resmi kurumsallaşma Şerife Şimşek’in kitapta sıkça karşılaşılabilecek özgün kavramsallaştırmalarından sadece biridir. Ona göre “resmi kurumsallaşma” artık Diyanet kurumunun devlet nezdinde tanımlanmış bir statüyle yeniden var olmasının önündeki laikçi engellerin bertaraf edilmesi ve dahası sözüm ona dinle laiklik arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen polemiklerin bir şekilde bastırılmasının göze alınmasıyla başlayan sıra dışı bir bağlamdır.
Şerife Şimşek’in bir tarih tezi olarak hazırladığı bu çalışma itiraf etmek gerekirse disiplinler arası bakış açılarının kesiştiği bir yorumlama pratiği olarak da okunabilir. Gerçekten de yazar hem Diyanet hem de ara dönem gibi oldukça spesifik ve sübjektif yorumlara pek çok açıdan savrulabilme potansiyeli olan bir konuyu din bağlamını göz ardı etmeden sosyal bilimsel bir perspektif ve vukûfiyetle ele almayı başarmış, yakın tarihimizin bir hayli çetrefilli hatta hâlâ dokunulmazları arasında yer alan problemli bir alanına odaklanmayı yüksek bir sorumluluk içinde göze almıştır.
Kitabın ileride başlatacağı olası tartışmalar belki de bundan sonra ilgili alanda ele alınmayı bekleyen pek çok konu hakkında ihtiyacımız olan cesarete erişme noktasında hepimiz için yönlendirici esaslı birer hareket noktası olacaktır.