F. Baha Aydın – Konuşan: Şeyma Subaşı
Bihaber isimli romanıyla dikkatleri üzerine çeken Fatih Baha Aydın ikinci romanı Karanlıkta ile karşımızda. Biz de bunu fırsat bilerek kendisi ile yeni romanını konuşmak için bir araya geldik.
Karanlıkta, bir cinayet sahnesi ile başlıyor. Kitabın başlarında Deniz’in elindeki kitabın Çehov’un Marangoz’un Köpeği Kaştanka olması gibi bilinçli tercihler dikkat çekiyor. Bu tercihlerin sebebini sorarak başlamak isterim sohbetimize.
Zaman zaman metni kendi akışına bıraksam da, esas olarak kontrol bende oluyor. Sanırım akademik bir disiplinle yazdığım için bu böyle. Kaştanka, çocukken okuduğum, sevdiğim bir öyküydü. Ana karakterin kaybolması, kendini ummadığı bir sahibin evinde bulması, sonra eski sahibine dönmesi… Benim hikayemle bir benzerliği var. Ben de kullandım.
Bu romana başlamadan önce birkaç ay konumla alakalı akademik makaleler okudum. Sonrasında Türk ve dünya edebiyatında yazılmış “benzer” metinleri okudum. Bir nevi literatür taraması gibi. Hal böyle olunca kitap genel itibariyle benim planladığım yönde gitti.
Bedbinlik felsefesinin eserlerinde hakim olduğu Ahmet Haşim, Abdülhak Hamid Tarhan gibi bazı şairlerden etkilendiğiniz söylenebilir mi?
Her iki şair de beni etkilemiştir, özellikle Haşim. Ama kitapta geçen hayranlık, bir kurgu. Yani Deniz’in bu yazarlarda gördüğü şey çok daha başka. Ben istediğim için Deniz onlara hayran. Yoksa kendi hayranlığımı yazdığım karaktere empoze etmedim. Benden taşan taraflar vardır muhakkak. Ama Deniz, benim zevkimi, dünya görüşümü yansıtmıyor. Kendi sesimi geri planda tutabildiğime inanıyorum. Ben Deniz kadar hayran değilim onlara.
Deniz karakteri ile psikolog Nilgün arasındaki iletişim, gerçek hayattaki psikolog-danışan ilişkisi ve resmiyetinden çok daha farklı, samimi bir ilişki olarak göze çarpıyor. Aynı zamanda karakterin parkta karşılaştığı kız çocukları da kitapta olumlu bir imge gibi. Ancak kahramanımız felakete sürüklenmekten kendini alıkoyamıyor.
Kitap, Deniz’in çok acı bir haftasını anlattığı için karanlıkta olması kaçınılmaz. Ama böylesi günlerde dahi aydınlık taraflar olabileceğini düşündüm. Bu yüzden dediğiniz kısımları yazdım… İlk romanım Bihaber’de anlatıcı Kazım Kanmaz yalancıydı, bunda ise hikayenin önemli bir kısmını ana karakterin subjektif günlüğünden okuyoruz. Yani iki kitabımda da anlatıcıya güvenemiyoruz. Deniz’in Nilgün’le ilişkisi günlükte olduğu gibi olmayabilir. Kitabın başında Nilgün tam da olması gerektiği gibi son derece profesyonel. Belki de Deniz onu arkadaşı olarak görmek istiyor olabilir. Bilemeyiz. Anlatıcıya güvensin istemiyorum okuyucum.
Deniz, kız kardeşinin giydiği güzel elbiseleri görünce ister istemez kendi çocukluğunda giymek zorunda kaldığı kıyafetleri anımsıyor. Giymek zorunda olduğu bir hayat da söz konusu. Karakter ailesinin bir kurbanı mıdır?
Bir yerde. Aile ve toplum diyelim. Cesur bir insan değilse de bundan çıkamaz. Kültürünün iyi ve kötü taraflarını olduğu gibi alır. Deniz’in esasında derdi ailesiyle. Ailesinin savunduğu değerlerle. Fakat Deniz anne babasının da tıpkı kendi gibi mağdur olduğunu göremiyor. Takıldığı yer burası. Ailesi de bu sistemin bir mahsulü. Deniz “Onlar da anne babalarından böyle gördü. Ne yapsınlar?” diyebilecek olgunlukta olsaydı, hikaye çok daha başka bir yere giderdi. İlk romanımdaki ana karakter babasını melek görüyordu, sanırım bu da şeytan. Konular çok farklı olsa da iki kitabın birbirini tamamladığını düşünüyorum.
Kitapta zorlayıcı, tartışmalı konulara değiniyorsunuz. Olası tepkiler sizi korkutmadı mı? Eserdeki Şuara Suresi atfı söz işçilerinin toplumda önemli bir görev üstlendiğini düşündürüyor. Peygamber Efendimiz bir şair sahabeye hırkasını hediye etmiştir mesela. Bu noktada sanatın insanı yüceltmesi gerektiği fikrine katılır mısınız? Siz insanın daha ziyade karanlık yönlerine eğiliyorsunuz bu eserde. Kötülük düşüncesi ile uzlaşabilmek için okurlara ne söylemek istersiniz?
Kitabın zorlayıcı, tartışmalı tarafları var. Bunu ilgi çekmek için, konuşulmak için yapmadım. En azından içime dönüp baktığım vakit, hikayeme inandığımı hissediyorum. Olası tepkilerden korkmadım desem yalan olur. Fakat bunlardan korkup da bastırmasaydım kendime duyduğum öz saygıyı yitirirdim…
Deniz’in Allah ile ilişkisi biraz tepkisel. Yer yer ona yakarıyor aslında ama daha ziyade kırgın. Kırgın olduğu için de öfkeli. Şuara Suresi’ni okumuş, fakat ciddi olarak kafa yormadığı için, yahut da işine öyle geldiği için, tam olarak anlayamamış. Bizim ülkemizde kitap okunmadığı için, insanlar bazen karakterlerimin söyledikleri ve yaptıklarından dolayı bana eleştiri getirebiliyor. “Siz de mi böyle düşünüyorsunuz?” gibisinden… Bu sadece bizim kadar az okuyan memleketlerde sorulur diye tahmin ediyorum.
Dostoyevski’nin gündeminde her zaman ahlak olduğu için ahlaksızlığı yazıyordu. Bence yapılması gereken de bu. Bir yazar dostum “Kitabın sonu böyle bitmesin, kötü sonları kaldıramıyorum.” demişti Karanlıkta’yı okuduğu vakit. Ben de ona “Kötü bitsin ki, okuyan insanlar aynı yanlışa düşmesinler.” şeklinde cevap vermiştim. Gerçekten durduğum yer bu.
Güzel ahlak kafamda ve yüreğimde bir mesele haline geldikçe karakterlerim çirkinleşecek… Mütedeyyin bir insan olduğumu düşünüyorum. Birtakım meselelerin üstünü örtmenin ne dine, ne de topluma faydası var. Aktüel meseleleri tartışmayarak, dinimizi kendi elimizle öldürüyoruz aslında. Cehaletimiz yüzünden çağa ait söyleyecek lafı olmayan bir inanç sistemine dönüşüyor İslam, maalesef. Ben bu minvalde yazdığım kitabın çok küçük de olsa bir adım olduğunu düşünüyorum. En azından benim için. Sevilir, sevilmez orasını bilemem. Ama başkalarının ıstırabını anlamaya mecbur hissediyorum kendimi. Bu kitabı da anlamak için yazdım bir yerde. Hem anlamak, hem anlaşılmak.
Sanat insanı yüceltmeli. İnsan ruhunu incelten her uğraş için bu böyle. Tabii teorik olarak bunu diyebiliriz. Sanatıyla birlikte kabalaşan insan sayısı daha fazla olabilir. Bu kime sanatçı dediğimizle de alakalı… Herkesin içinde karanlığa ve aydınlığa götüren tohumlar ekili. Güzel yapıldığı vakit sanatın güzellik tohumlarını suladığını düşünüyorum.