|

“Baba” Ölürse Hepimiz Batılılaşmış ve Mukallid Birer Ahlaksız mı Oluruz?

Baba ve “babanın ölümü” üzerinden yapılan tahliller içten içe veya belki bariz bir biçimde bir kültür eleştirisi ve toplumsal rollere dair birer tenkiddir de aynı zamanda. Belki de alegoriyi çok farklı bir yerden kurmak gerekiyor.

Ayhan Koçkaya

Edebiyat eleştirisini belirli kavramlar etrafında yoğunlaştırmak ve bir teori/yaklaşım meydana getirmek bir izlek takip etmek adına son derece işlevsel olabilir. Bazen bir kavram etrafında, bazen belirli temalar etrafında bir romanı okumak mümkündür örneğin. Ekoeleştiriden tutun da post-kolonyal okumalara kadar birçok tahlil metodu bize bir çerçeve sunar, yönerge verir.

Dilerseniz bir romana psikanalitik açıdan da yaklaşabilir ve romanları psikanalitik kavramlar etrafında değerlendirebilirsiniz, ki Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar kitabı psikanalitik roman tahlilleri açısından önemli bir eserdir. Parla’nın okumasında Osmanlı 19. yüzyılında yazılan romanlar ile “baba” kavramı veya nosyonu arasında bir ilişki bulunmaktadır. Osmanlı romanına dair bir alegorik yaklaşımı şöyle özetleyebiliriz: Romanlarda gördüğümüz ev/hane/ocak kültüre tekabül etmektedir, “Baba” Osmanlı sultanıdır ve dolayısıyla devlet demektir, babanın (yani sultanın) yokluğunda evlat ahlakını kaybeder (yani Batılılaşır) ve sefih bir hayat sürmeye başlar ve sonunda ocak söner, ev yıkılır, hane harap olur.

Alegorik veya metaforik anlamda “baba” evin direğidir ve baba olmazsa hane çöker. Yine baba olmazsa evlatlar da ahlakını kaybeder, efemineleşir, Batılılaşır. Öte yandan “baba”nın olmadığı yerde yazar babalık rolünü üstlenir ve toplumun bekçisi olup çıkar. Biz yazarın, kaleme aldığı metne yönelik tavrında bu babalık rolünün tezahürünü görürüz. Metne hakimlik vasi/vesayetçi yazar mefhumu ile ilişkilendirilmekte, esasında bu da ortaya çıkan tüm romanları alegorikleştirmektedir. 

Metne Hakimiyet

Gelgelelim, burada ilk olarak şunu söylemekte yarar var: Şayet Osmanlı romancısı metne hakimse bu onun kendine özgü bir vasfı değildir. Bilakis metne hakimiyet Batı romanı için, hatta belki de esas Batı romanı için geçerlidir. Bu sebeple Edward Morgan Forster, bir romancı, karakterleri hakkında her şeyi biliyorsa eserin daha güçlü olacağını söylemez mi? Romancının kendi vücuda getirdiği karakterin tüm özelliklerini bilmesi metne hakimiyetten başka bir şey olabilir mi? Şayet metne hakimiyet ile vesayetçi yazar arasında bir ilişki kurulacaksa, esas vasi olanın Batı romancısı olduğunu söylemek mubahtır. Veya şu cümle de kurulabilir, şayet 19. asırda yaşıyorsanız ve derdiniz bir roman yazmaksa “vesayetçi” olmaktan başka çareniz yok gibidir. (20. yüzyılda ise işler değişir.)

Parla’nın, Franco Moretti’nin The Novel adlı çalışmasında yer alan “A Carriage Affair” başlıklı bir diğer “okuma”sı, ilk romancıların (“başta Fransızlar olmak üzere” kaydıyla) “Avrupa’daki örneklere” teveccüh ettiklerini söylemektedir.

Parla’nın, Franco Moretti’nin The Novel adlı çalışmasında yer alan “A Carriage Affair” başlıklı bir diğer “okuma”sı, ilk romancıların (“başta Fransızlar olmak üzere” kaydıyla) “Avrupa’daki örneklere” teveccüh ettiklerini söylemektedir. İlk romancılarımızın Batılılara teveccühünde şaşılacak pek bir şey olmasa gerek, zira bu romancıların önlerinde Avrupalı örneklerden başka bir alternatiflerinin bulunmadığını söyleyebiliriz. 

Ayrıca, roman yazmak demek zaten Batılı bir formu tercih etmek demektir. Binaenaleyh, üzerinde durulması gereken nokta Ahmed Midhat Efendi veya Namık Kemal gibi ilk romancılarımızın Batılı örneklere yönelmeleri değildir, zira başka bir çareleri yoktu. Üstelik bu tavır sadece Osmanlı İmparatorluğu romancıları için değil, örneğin bir Louis Borges için de geçerliydi. Bu teveccüh meselesini coğrafyayla sınırlandırmamak gerekir. Esas üzerinde durulması gereken (ve kimi yerlerde üzerinden şöyle bir geçilen) nokta bu romancıların örnek aldıkları veya yöneldikleri edebi üretimi dönüştürmüş olmalarıdır.

Babanın Ölümü

Yazının başındaki psikanalitik yükleri olan “Baba” ve babanın yokluğu ile dirliğin-düzenin bozulması meselesine geri dönecek olursak, en azından kimi romanlar için bu ilişkiyi tekrar tekrar düşünmekte fayda olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı romanını “baba” figürü etrafında okumak romanı fazla alegorikleştirmektedir. Fredric Jameson’ın fazla seveceği türden bir okumadır bu! 

Osmanlı romanındaki kimi başkahramanları “babanın ölümü” teması etrafında okumak kısmen bizi zorlayabilir. Örneğin Turfanda mı Yoksa Turfa mı romanındaki Mansur’un babası ölmüştür ama bu Mansur’u bir züppe, Batılı, efemine veya müsrif yapmaz. Aynı yüzyılda ve yaşasalar ve karşılaşsalardı muhtemelen Mansur Tom Jones’un en iyi arkadaşı olmazdı. Malum, Mansur da “babanın yol göstericiliğinden uzakta”dır ama bu onu Bihrûz’laştırmaz.

Eğer dilerseniz Tanzimat romanında “baba”nın ölmemiş olmasına rağmen Batılılaşmış tipler de bulabilirsiniz. Sözgelimi Felatun Bey’in Batılılaşması ile babanın ölümü arasında bir ilişki bulmak biraz zor gibidir. Bilakis Felatun Bey’in batılılığı, alafrangalığı kendisine babasından yadigardır. Felatun Bey’in babası Mustafa Meraki Efendi de batılılaşmış bir karakterdir. Öyle ki, Mustafa Meraki Efendi Üsküdar’da bir konağı olmasına rağmen o konağını satar, tası tarağı topladığı gibi kendisine “Tophane’nin Beyoğlu tarafında bir mahallesinde yeniden güzel bir ev yaptırıp otur”maya başlar. 

Mustafa Meraki’nin bu kimliğine alegorik bir temel bulmamız zordur, zira onun da babası ölmemiştir. Meraki Efendi “tam bir alaturkalıktan yine tam bir alafrangalığa birdenbire sıçramış bir adam”dır. Elbette bunun sebebi Meraki Efendi’nin maddi zevklerinin peşinden gitmesidir, fakat alegorik bir figürün ölmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ahmed Midhat’ın Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında Felatun Bey’in alafranga bir züppe haline gelmesinin ardında bir yalnızlık, bir kayıp varsa şayet, bu yalnızlık “baba”nın ölmesi nedeniyle değil belki “anne”nin ölmesiyle olabilir! Zira Felatun Bey babasını değil annesini kaybetmiş bir karakterdir. Şu durumda belki de bazı tahlilleri tersyüz etmek gereklidir.

Romanın bir diğer karakteri Rakım ise bu sefer babası “ölmesine rağmen” züppeleşmez, batılılaşmaz, alafranga bir havai delikanlı değildir. Babasını kaybeden Rakım, şayet hoşa gidecekse söyleyelim, adeta kendisi bir baba olur çıkar. Şayet baba kavvam ve vasilik özellikleri göz önünde bulundurularak kullanılıyorsa Rakım tam bir babadır. Öz babasının ölmesi kendisini savruk biri haline getirmez; bilakis o adeta bir hazerfen olur çıkar.

Kendi gayretleriyle öğrendiği ilimler şöyle özetleyelim: Arapça, Fransızca, Farsça temel eserler (Gülistan, Bostan, Baharistan, Pend-i Attar), kimya, doğa felsefesi, anatomi, coğrafya, tarih, hukuk ve uluslararası ilişkiler. Sürekli okuyan Rakım Efendi bir ukdenin somut bulmuş halidir: Rakım Efendi, bildiğimiz (elbette ütopik) klişede olduğu üzere Batı’nın ilmi almış ama ahlakını (daha doğru bir ifadeyle ahlaksızlığını) “almamıştır”. Üstelik bu kadar faziletli olmak için babaya da ihtiyaç duymaz. Şu halde buradan çıkan sonuç biraz ilginç: Bazı durumlarda “baba” insanı batılılaşmadan korumaz, batılılaşmanın sebebi baba olur çıkar.

Kültür Eleştirisi

Batılılaşmış figürün mekanı her ne kadar Beyoğlu olsa da, Rakım’a gelince işler bu noktada da değişir. Rakım da gider Beyoğlu’na. Gelgelelim o, iş güç için gitmektedir; Rakım’ın kaybedecek vakti yoktur (günde on yedi saat çalıştığını okuruz romanda), dolayısıyla o Beyoğlu’nun caddelerinde, sokaklarında tenezzüh için dolanmaz. Ailevi durumu veya insani ilişikileri onu Batılılaştıramadığı gibi (zira Rakım’ın alafranga bir çevresi de vardır) mekan da onu dönüştürememektedir.

Baba ve “babanın ölümü” üzerinden yapılan tahliller içten içe veya belki de bariz bir biçimde bir kültür eleştirisi ve toplumsal rollere dair birer tenkiddir de aynı zamanda. Oysa belki de alegoriyi çok farklı bir yerden kurmak gerekiyor. Belki de dirliği düzeni sağlayan “baba” değildir, belki bu psikanalitik okumada taşların yerine oturmadığı bir nokta vardır. Ve belki de meseleyi Sezai Karakoç “anne” üzerinden kurarken son derece haklıdır bir şiirinde:

Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi

Kilerler boşaltıldı farelerce

Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere

Anne gitti ve sular buruştu testilerde

Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir

Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir.

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir