|

Bahar Tazeliğinde İstanbul

Bu kadar çok cami seven, camilerin minaresinden haziresine, kitabesinden hikayesine, cemaatinden musallasından kalkan cenazesine kadar bilen, inceleyen 19. asır İstanbul efendisinin başucu kitabı elbette Ayvansarayi diye maruf Hafız Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Hadîkatü’l-Cevâmi’sidir.

Ali Sürmelioğlu

Hikaye herkes için başka yerden başlıyor. Bir nirengi noktası bu varoluşsal bir dramdan bahsetmiyorum. Bahsettiğim bizzat hatıranın, vakıanın o ilk anı. Hafıza ile bilinç aynı şeye tekabül etmiyor. Bilinç altına attığımız nesneler, kokular, hisler, hadiseler ve kişiler topyekun hatıramızda. Bunun bilinç üstünde olan kısmı belki canlı ama altında yatan kısmı da ölü değil. Farkında olmadığımız bir zaman diliminde, saliseden bile daha hızlı şekilde olduğu yerden yükselip bizi duygulara gark edebiliyor. Hatıra. Bazen bir elmanın kokusudur bizi yıllar öncesine götüren, bazen bulutun çizemeyeceğimiz bir kıvrımı. 

Bu kadar şeyi neden yazdım? Lafebeliği değil derdim. Tahirü’l Mevlevi’nin 1910-1951 arasındaki İstanbul yazılarından oluşan Bahar Kadar Taze Hayat Kadar Nazik isimli kitabının bir yerinde şöyle geçiyor: “Kapının arkasında kahverengi boyalı mustatil (dikdörtgen) bir tahta asılı idi. Bunun bir yüzüne yeşil boya ile ‘geldi’ öbür yüzüne ‘gitti’ kelimeleri yazılmıştı. Buna ‘geldi, gitti tahtası’ derlerdi.”

 Bazı yazarların metinleri insana sadece hatıra yazısı gibi gelebilir. Hayır, onların yaptığı kaleme aldıkları durumu anlatırken hatıradan fazlasıyla istifade etmek. Hatıra çünkü şu ana başka bir boyut daha ekliyor. Hatıra, yaşanmışlık -ne kadar kekre bir tabir- denilen plastik bir hava vermiyor. Hatıra, etiyle kemiğiyle bir köşe başında dipdiri karşımıza çıkabiliyor.

Pencere Önünde 

Bir yolculuğa çıkacaksan ilk adımı nereden atarsın? Kapıdan atmadı o ilk adımı. Pencerenin önünden başladı seyr-ü sefere. Ne kadar derin bir tabir değil mi? Sefer sırasında gözleri sadece önünde değil. Bir seyir bir temaşa getiriyor beraberinde. Cümbüşü, yazarın bizzat zihni icra ediyor. 

Pencerenin gördüğü alanda güzergahlar çiziyor. Yazıların her bölümü başka gün gazetede çıkan metinler. Güzergah sırasında okuru hop diye bir mezarlık duvarından aşırıyor, yükselmiş hüdayinabit otların arasında kaybolmaya yüz tutmuş kabirlerin sahiplerini tanıtıyor, bir Fatiha okur kadar kalıp pat diye sizi kütüphanenin tozlu rafları arasında Ali Emiri’nin kitaba ve millete olan himmetiyle kuşatıyor. 

Yol ayrımlarına geliyorsun sonra. Hangi yola sapacağının esasında çok önemi yok. İstanbul’un çıkmazları meşhur. Bu çıkmazdaki meşhuru sırttaki sokakta unutulmuş bir başka hatıra tamamlıyor. Bugün artık okumaya aşina olmadığımız kitabelerin ardı sıra şiirler ve nazireler süslüyor satırları. Ve hayıflanıyor nihayet. Okurun lügati değişmiş, dağarcık kısırlaşmış, kelime sadağından çekip alamıyor manayı. Devamındaki bölümde, yani bir sonraki tefrikada tutup anlayamayanlar için o günün lisanına münasip bir şekilde şiiri yeniden yazıyor. Şiirin sahibi o değil. İlk yazana hürmette kusur yok, kusur lisanı tahrip edenlerde. Acı çektiği belli. Ancak elinden bir şey gelmiyor yazarın.

Eserin Hafızası 

Bugün yoğun olarak kullanılan bir kavram var: Kurumsal Hafıza. Hafıza mühim, başta da ifade etmeye çalıştık. Kurumsal denince organizasyonun geçmişi, bugüne aktarılan gelenekleri, kurumsallık anlaşılıyor. Bir nevi devamlılık. Peki ya inşa edilen bir eserin hafızası? İnşa ve eser derken sadece taş, duvar, beton da gelmesin akla. Taş taş yükselen, ilmek ilmek dokunan kurumların hem fiziki hem kurumsal hafızası. Çok anlaşılır olmadı mı? Şöyle izaha çalışayım belki muvaffak olurum. 

Bir sabah henüz dükkanlar açılmazdan evvel yoldan geçen bir adam esnaf çıraklarının boş işlerle meşgul olduklarını görünce birkaç arkadaşını toplayıp istişare eder. Konu belli. Bu çocukları talim ve terbiyeden geçirmemiz lazım. Halihazırda varlığını devam ettiren asırlık kurumlarımızdan Darüşşafaka’nın kuruluş hikayesi bu. Daha sonra Maliye Nazırı da olacak olan Yusuf Ziya Paşa’nın gördüğü vaziyetten kendine vazife çıkarması hasılı. Yoğun bir teveccüh, sonra mevcuda yetmeyen bina ve nihayet tahsis edilen geniş arazi üstüne inşa edilen kurum. Eser önce bir gönülde, sonra bir mecliste ve nihayet bir binada vücut bulmuştu. 

Başka bir dünya mümkün mü, diye sorulan modern zaman yolcularına, var olan bir dünya içinde başka bir alem kurulabildiğini öğretmek namına kıymetli satırlardır.

Sevdiğinden Emin Olunan Kitap

 Bu kadar çok cami seven, camilerin minaresinden haziresine, kitabesinden hikayesine, cemaatinden musallasından kalkan cenazesine kadar bilen, inceleyen 19. asır İstanbul efendisinin başucu kitabı elbette Ayvansarayi diye maruf Hafız Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Hadîkatü’l-Cevâmi’sidir. Kitap boyunca defalarca iktibas yapılan, bilginin teyit edildiği bir kaynak olarak ortaya çıkan bu eseri şüphesiz yazar elinin altında tutmaktan keyif alıyordu. Ayasofya’dan bahsederken de karşınıza o çıkar, Fatih’ten de. 

Fatih demişken, Suriçi diye adlandırılan bölge yazarın hem yaşadığı hem hususen meftun olduğu gerçek İstanbul. Zaten Suriçi, Batılılaşmanın sancaktarı konumundaki Beyoğlu/ Pera bölgesinin karşısında kadim olanı, mukaddesi ve sadakati timsal ediyordu onun için. Fatih Camii’nin yanı başındaki Tatar Pazarcığı’nı anlatır bulduğumuz yazar bize çok katmanlı bir temaşa sunar. Başa alarak söyleyeyim. 1920’lerde ortadan kaldırılma hikayesini anlatırken bir pencere daha açarak caminin musallasından kalkan bir cenazeden bahis açar. Şair Baki ve ona düşülen tarihle yüz yüze gelirsiniz. Bu katmanlar arası geçişler o kadar narindir ki bir türbülansa girmez okurken sarsıntı yaşamazsınız. 

Ramazan ve Çocuk

 Yıllardır, ama daha çok eski İstanbul’da geçen tarihi roman yazmaya başladığım günden beri birçok hatırat, şehir mektubu, seyahatname, biyografi ve anı kitabı elimden geçti. Kitapların ya başında ya sonunda genelde hep aynı konular vardı: Ramazan ve çocuk. Biri zihin dünyasının, diğeri ruh dünyasının masumiyetine tekabül ettiğinden midir bilinmez, ikisi de kendine has özel bir dünya kurar, Ramazan davulcusunun peşinden koşturan veletlerin “Ramazan geldi hoş geldi/ Baklava tepsisi boş geldi” manisi okuyuşuyla yüzlere tebessüm, dillere pelesenk olan temcit pilavındaki temcit tabirinin ne olduğunu öğrendiğinde gözlere parıltı, teravihlerde gönüllere huşu, sonrasına caminin avlusuna koşanların mahya kurulması veya kandil uçurtması izlemesinde kalplere heyecan… 

Başka bir dünya mümkün mü, diye sorulan modern zaman yolcularına, var olan bir dünya içinde başka bir alem kurulabildiğini öğretmek namına kıymetli satırlardır. Bir de şey var. Babyshower çağında diş buğdayının aslında masaya binlerce çeşit pasta çörek doldurmak değil, aşurelik buğdayın şekerle pişirilip üzerine ceviz, fındık yahut kuru meyve serpilerek konu komşuya dağıtılmasından ibaret bir şükür ifadesi olduğunu hatırlatır bize. 

Tahirü’l-Mevlevi’nin bir yazısında geçen tabir üzerine, 1910- 1951 yılları arasında kaleme aldığı İstanbul yazılarının derlendiği kitaba verilen bu isim, vaat ettiğinden fazlasını yayınevinin gayretiyle, eseri bol dipnot ve fotoğraflarla bezeyerek okurunun istifadesine sunuyor. Emeği geçenlerin hafızaları daim taze kalsın inşallah.

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir