OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Esasla Değil Usul İle İlgilenmekten Dolayı Bocalıyoruz

Emrah Safa Gürkan

Konuşan: Mustafa Bozoklu, Alaaddin Yaman, Yusuf Temizcan

“Olmaz Öyle Saçma Tarih” programıyla ve son yayınlanan Bunu Herkes Bilir isimli kitabıyla yoğun bir ilgiye muhatap olan Emrah Safa Gürkan ile popüler tarihçiliği ve yeni kitabını konuştuk.

Türkiye’de gençler arasında tarihe, tarihçiliğe, tarih dizilerine, kitaplara, belgesellere karşı aşırı derecede bir ilgi alaka görülüyor. Bunu neye bağlamak lazım?

Birincisi, devletin alanının geniş olmasına bağlıyorum. Tarih biraz devletle, milliyetçilikle, devletçilikle iç içe. İkinci olarak, Türkiye’de çok fazla bilim ve inovasyon olmadığı için, pek bilimsel bir nesil yetiştiğini söyleyemeyeceğim. Son dönemlerde öğrencilere baktığımızda, büyük bir kısmı tarih, edebiyat, ilahiyat fakültelerinde okuyor. Bu kadarı fazla. Tarihe ilgi kaliteli bir şeye yol açmıyor. Türkiye’de dünya çapında kaliteli tarihçiler var. Fakat yazılanlar birbirlerine yazılıyor gibi, halka bir türlü inmiyor. Ben bunu önemsedim.

Sosyal medyadaki görüş kalitesinden anlıyorsunuz ki bizim artık sadece küçük bir kitleye yazılan, ilk defa söylenen lafların ötesinde; toplumu yönlendirecek kaliteli ve popüler eserler hazırlamaya odaklanmamız lazım. Yoksa fırsatçılar, bu işi kötü yapanlar, heves düşkünleri ya da Stanford Shaw’ın (Amerikalı tarihçi) deyimiyle “liyakatsız muhterisler” bu alanla ilgilenirler.

Bunu Herkes Bilir isimli son çalışmanız biraz bu niyetle ortaya çıktı o halde?

Kesinlikle öyle. Fildişi kuleden inme projesiydi bu eser. Biz halkı doğru yönlendirmeliyiz. Yeni bir jenerasyon var karşımızda. Eski jenerasyonun anlamadığı şey, mesela babamlar “Bu çok ağır olmuş.” dediler. Çünkü genelde halkın bunu anlamayacağını düşünüyorlar. Fakat hiç 20-25 yaşında birinden bunu duymadım, çünkü onlar daha iyi eğitim aldılar ve dünyayı daha iyi takip ediyorlar. Etraflarındaki her şey hiç olmadığı kadar hızlı akıyor. Okuldan aldıklarını düşünmüyorum ama internet ve yeni teknolojik olanaklarla daha iyi eğitim almış bir kitle var.

Bilkent Üniversitesi’ne gittiğimde ben 18 yaşındaydım. Kötü bir lise eğitimi almıştım. Bize Saint Augustine’in City of God kitabını okuttular. Çok karışık bir kitap. Zorlanmıyor musun? Zorlandım, zorlanmadan olmaz. Müesses nizam… Türkiye’nin en büyük problemi budur. Televizyon, Yeşilçam öyle bitti. Kitap sektörü de öyle bitecek. Okuyucuyu aptal zannetmek büyük hata. “Okuyucuyu hiç zorlamayayım.” diye düşünüyorlar. Hiç zorlamazsan sektörü öldürürsün. Hollywood bile zorluyor ve Tarantino’yu çıkarıyor. Tarantino Türkiye’de olsa bir tek film bile çektirmezlerdi, halk bunu anlamaz diye. Bu ithal ikame ekonomisidir. Dışardan getireyim montajlayayım yaklaşımı kalite üretmez. İnanılmaz bir potansiyel var Türkiye’de. Düzgün ve kaliteli kitabı yazarsanız satıyor.

Bizim şu an “milli tarih” diye popüler bir kavramımız var. Her şeyin millisi var. Tarihin millisi olur mu sizce?

Her sosyal bilim karşılaştırmalıdır. Neyle karşılaştıracaksın? Osmanlının 16. yüzyılını genel ekolojik değişiklikleri görmeden anlayamazsın. Pizzaaro’nun bulduğu Amerika’yı, oradaki madenlerden çıkan gümüşü bilmeden anlayamazsın. Sanayi Devrimini ve pamuğu bilmeden Osmanlı niye çöktü anlayamazsın. Bu kitapta Osmanlı’yı biraz dünya tarihine eklemlemeye çalıştım. Böyle olmazsa tarihi yanlış ve eksik okursunuz her zaman.

Ben hayatım boyunca beni diğerlerinden farklı kılan bir şey olsun isterim. Bir şey Edirne’nin ötesinde de para ediyor mu? Bizim kendi içimizde uydurduğumuz şeyler var. Dışarı çıktığınızda para etmiyor. İnsanları küçük topluluklara hapsediyorlar, hakim bir düşünce oluşturuluyor, ona inanınca her şeyi reddediyorsun. Gençlere tavsiyem bunları yapmasınlar.

“Osmanlı neden geri kaldı?” sorusu Türkiye’nin en popüler sorusu olabilir. Kitabınızın da en yoğun kısmı burasıydı diye düşünüyorum.

Niye geri kaldığı aslında çok basit: Buharlı makine. Bir anda yüzlerce kat pamuk üretimi yapıyorlar. Rakiplerin fabrikayı bulmuş. Bu durum nasıl oluştu? 200-300 yıllık süreçte. Bunu anlayan üç tane ekolü anlattım. Biri kültürel faktörler, Weber. Protestan etik, Sabri Ülgener’in ağalık ve efendilik şuuru dediği şey ya da Halil İnancık’ın sermaye birikimine uygun değil görüşü.

Mesela ben kitabın promosyonunu yaptım. “Adam tüccar” dediler. Kendi kitabımın promosyonunu yapıyorum oysa sadece. Parayla ilişkimiz bu. Bu anti-kapitalist bir görüş. Bazı toplumlar kapitalisttir, bazıları değildir. İkinci görüş, eskiden beri değişik coğrafi bölgeler arasında bir sömürü düzeni vardı. Sanayi Devrimiyle birlikte bu bütün dünyaya yayıldı. Üçüncüsü de, şimdi Daren Acemoğlu’na ait olan görüş. Bütün kurumlar kapitalizmi destekler. Daha demokratik kurumlar, rahat kredi olanakları, korparasyonlar… Timur Kuran da bunların içerisinde. Tüzel kişilikler İslam’da yoktur. Vakıflar kapitalist bir tüzel kişilik değil. Mesela vakfın sermayesini, binasını satamazsın. Yapılış nedenini değiştiremezsin. Daha durgun bir ekonomi. Bunları açıkladım.

Peki akademi içerisindeki “Tarih dediğimiz şey popülerleştirilemez.” gibi düşünenlere ne dersiniz?

Tarihi ben popülerleştirmedim zaten. Ben popülerleşmiş tarihin namusunu kurtarmaya çalışıyorum. Zaten biz çok rahatsızdık bu kadar kötü olmasından. Ben tarihi olduğundan daha popüler yapmadım. Popüler tarihteki çöplükten güzel bir iş çıkardım.

Kitabın girişinde ilginç bir ifade vardı: “Türk toplumunun bundan sonraki mücadelesi laik-dindar ayrımı değil, ileriye bakanlar ve geriye bakanlar şeklinde olacak.” Neyi kastettiniz burada?

Laiklik ve dindarlık ayrımının yeni nesillerde çok etkili olmayacağını düşünüyorum. Geriye bakan ve ileriye gidenler… Gençler yeni teknolojiye açık. Yeni teknolojiyi, interneti kullanabilen, dünyaya açık. Çin’de, Hollanda’da, ABD’de çalışmış ve iyisini kötüsünü bilen bir jenerasyon geliyor. Gelecek için Türkiye’ye bir model sunan bir jenerasyon bu… Orada yazmadım ama ikinci problem, köylülük ve şehirlilik arasındadır. Bu laiklik-dindarlık gerilimi bizi çok gereksiz zorluyor, meşgul ediyor. Türkiye’nin bunu aşması lazım. Hayatımızı kaliteli nasıl yaşarız? Tüketim çağında hayatımızı nasıl mutlu yaşayacağız, nasıl mutlu bireyler yetiştireceğiz? Türkiye’nin en büyük problemi bunlar ve işlerin düğümlendiği yer eğitim. Eğitimi konuşmamız lazım.

Matbaanın gelmemesi kısmında bunları anlattım. Bunu konuşacağımıza ne konuşuyoruz? Belediyeye T.C. tabelası asıldı mı, etek boyu nasıl olacak, başörtülü kamuda çalışsın mı, 22’den sonra içki satılsın mı… Bu mudur yani dünyanın en büyük 17. ekonomisinin konuşacağı şeyler? Türkiye’de hep usulle ilgili bir problem var. Esasla ilgilenemiyoruz. Mini etek, başörtü muhabbeti gibi. Entelektüel bir toplum değiliz yani. Özü tartışamadığımız için hep tali yollarda dolaşıyoruz.

Okuma kültürü üzerinde ısrarla duruyorsunuz kitapta. Fakat Şerif Mardin, Osmanlı ve Türkiye geleneğinde bilginin paylaşılmasında bilginlerin oldukça kıskanç olduğunu söylüyor. Bilgi ehil olmayana teslim edilmemeli diye düşünüyorlar.

Bilgi normalde keşfedilen bir şeydir, yani öğrendikçe daha az biliyorsun. Bizde ise edinilen bir şey. Statü objesi, ezoterik bir şey. Usta-çırak ilişkisinden dolayıdır. Türkiye’de Halil İnalcık çıkıyor ama 500 tane çıkmıyor, problem bu. Avrupa’da 500 tane çıkıyor. A sınıfı her yerden 3-5 çıksın hiç önemli değil. Önemli olan B+ olma durumu. Bir sürü çıkması lazım, çünkü örgün eğitim yapıyorsunuz. Herkesi eğitiyorsunuz. Aksi durum üniversitenin mantığına ters zaten.

Bazı insanlar vardır. Sırlarını öğretmezler. Mesela Türk sanat müziği sanatçısı. Bakalım benim eğitimime layık mısın diyor. Hala bugün hocaların hocası denilen, hayatı boyunca hiçbir şey yazmamış kimseler var. Benim alanımda da var. Büyük üstad ama baktığınızda ne yazmış? “Olsun, biz aramızda konuşuyoruz, biliyoruz.” düşüncesi tam bir doğu düşüncesidir. 10-20 kişiyle kalkınamıyorsun, problem bu. Batı’da binlerce iyi ve kaliteli insan çıkıyor

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?