Söyleşi: Ayşegül Genç
Konuşan: Meltem Ortakcı, Yusuf Temizcan
Roman, öykü ve denemeleriyle tanıdığımız Ayşegül Genç ile son çıkan romanı Kalbin Arka Odası’na dair konuştuk. Bu roman aynı zamanda Muhit Kitap’ın ilk eserlerinden olma özelliği taşıyor, bu vesileyle Muhit’e ve Kalbin Arka Odası’na baht açıklığı diliyoruz.
Kalbin Arka Odası’nda sık sık bir ustadan bahsediliyor; yol gösteren, koruyup kollayan, bazen de sessiz kalan… Peki bir anne, evlat, eş ve yazar olan Ayşegül Genç’in ustası kimdir? Dilerseniz sohbetimize böyle başlayalım.
Söz söyleme, kendini sanat ile ifade etme noktasında olan kişi ömrü boyunca çırak olmayı kabul etmek zorundadır. Talip olduğu yolun özü budur çünkü. Beğenememek, kusurlu görmek, eksik bulmak sizi en iyi olanı aramaya iter. Buna rağmen tam bir bulma hali de yoktur. Bulduğunuz kadarıyla, bulunduğunuz süre içerisinde, buluşmak vardır. Hayatımda bu tür buluşmalar nadir de olsa oldu/oluyor. Tek bir ustadan bahsetmem mümkün değil bu açıdan. Sonrasında göz, aramaya devam eder çünkü. Kainatı dolaşır ve bize geri döner. Bu dönüş bir ömür sürebilir.
Bu kitap; dün ile yarının, genç ile yaşlının, geçmiş ile geleceğin buluşması gibi. Birçok usta kalem bu konuda yazmış, birçok türkü geçip giden zamana yakılmış. Peki zaman mefhumu sizin için ne ifade ediyor? Onu her daim bu kadar kıymetli ve yazmaya değer kılan şey sizce nedir?
İnsan uçamayacağını bilir. Buna rağmen kırık da olsa bir kanat ister. Zamanla ilişkimiz de böyle. Asla sahip olamayacağımızı biliyoruz buna rağmen sahip olabilmek için yollar arıyoruz. Hızlı ve pratik çözümlerle bizi zamana iade etmeyi vadediyor pazarlamacılar. Zamanı etkili kullanma yöntemleri geliştiriyorlar. Tüm bunlar insana zaman kalsın diye. Buna rağmen zaman kalmayan bir şey. Uçan, biten, kaçan, yetmeyen…
Kapıların alınlıklarında, çeşmelerin aynalarında, yapıların kitabelerinde yazan yazılar onları değerli kılar. O yazıları okumadan geçtiğiniz kapı sıradanlığa açılır, içtiğiniz su basitleşir, girdiğiniz bina da öyle. Sadece “okuyan” için o kapı, o çeşme, o bina sıradan olmaz. Hikayesi ve tarihi ile bugünü oluşturmaya devam eder. Zaman da böyledir okursanız eğer.
Sanat zamana hürmet ediyor. Güdük, eksik, ölü de olsa onunla geçmişte veya gelecekte bir bugün oluşturup bizleri buluşturuyor. Yoksul babalar çocuklarına “bir kalem kağıt al da hesap yapalım” dediğinde ufak bir sevinç dolanır evde, yoksullukla karşılaşmadan az önceki o duygu umuttur. Harcanandan arta kalması umulan birkaç kuruş içindir bu sevinç. Anı dolduran sanat eseri de harcadığı zamanımızdan birkaç kuruş artırır.
Sosyal medya, daha fazla görünür olmak, sanal gerçeklik gibi kavramlar herkesi olduğu gibi yazarları da etkilemiş durumda. Siz de kitabınızda “görünmek için çıplak kalan yazarlar”dan bahsediyorsunuz. Buradan hareketle, yazarları çıplak bırakan şeyin sosyal medyadaki bu görünürlük kaygısı olduğunu söylemek mümkün mü?
Elbette. Bu kaygı ile iliğine kemiğine kadar ortada bazı yazarlar. Eskiden fil dişi kule vardı şimdi yolgeçen hanı var. Her alanda zaaflarımız ellerimizi yontuyor, böylece kendi sonumuzu ellerimiz ile şekillendiriyoruz.
Bu dünyadan göçmeden evvel daha doğmamış, henüz dünyaya teşrif etmemiş nesiller için geride pirinç, ateş ve tuz bırakmaktan söz ediyorsunuz. Sizin için bugün yeni nesillere bırakılacak pirinç, ateş ve tuz aslında nedir?
Dersu Uzala filminden mülhem yazmıştım. Dersu Uzala bir gezgindir, askerlere yol göstermektedir. Doğada keşif yaparken terk edilmiş bir kulübe bulurlar, orada konaklarlar. Kulübeden ayrılırken Dersu Uzala askerlerden kibrit, pirinç ve tuz ister. Askerler şaşırıp, terk ettiğimiz bir kulübeye neden bunları bırakıyorsun diye sorduğunda gezgin “Bizden sonra bu kulübeye sığınanlar ölmesin.” diye cevap verir. Yani görmediği, tanımadığı insanları düşünür. Çünkü doğada tek başına yaşaması, onu insanın eksiklikleri, temel ihtiyaçları ve çaresizliği ile tanıştırmış ve kendinden yola çıkarak başkalarını düşünmeye bir kapı açmıştır. O gezgin gibi düşünmeye çabalıyorum. Doğmamış, henüz dünyaya teşrif etmemiş nesiller için, bu dünyanın isinden pasından geçen biri olarak bir miktar pirinç, ateş ve tuz bırakmayı istiyorum. Çiği pişiren, acıyı tatlandıran, aç olanı doyuran ne varsa odur pirinç, ateş ve tuz.
Her sanatçı dünyada eserleriyle bir iz bırakmak ister. Bu kitapta da değişen zamanda torununa yol gösterici olması için defter tutan bir kadını ve onun farklı dünyasını okuyoruz. Bu iz, o izdir diyebilir miyiz?
Bu iz o iz olsun diye uğraşıyorum. Bu meramını daha fazla belirtmiş bir kitap, başka bir kitap ise muradına daha çabuk erebilir.
Kalbin Arka Odası’nda alışık olmadığımız bir roman akışıyla karşı karşıyayız. Kitap içinde yazı tipi değişiklikleri yaparak, farklı teknikler kullanarak klasik söylemin dışında bir yol izlediğinizi görüyoruz. Tüm bunlar neticesinde kitabınız için “deneysel” ifadesini kullanmak doğru olur mu? Siz deneysel türleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Klasik anlatımı aşmak için farklı denemeler yapılır. Lakin çok fazla deneysel yazı da insanı bir süre sonra bunaltır. Herkes deneyince, denememek daha ilginç gelir hatta. Ben de romanı ikiye ayırdım, ilk parçalar klasik akış ve anlatım, ikinci parçalar distopik bilim kurguya göz kırpan ama göz çıkarmayan bir anlatım. Böylece iki anlatım birbirlerini parlatsınlar istedim. Bunu denedim. Neticeye okur karar verecek.
Son olarak, bugünün insanları olarak bizler evimizin ve kalbimizin arka odalarında aslında neyi saklıyoruz?
Hepimiz istisnasız kalbimizin arka odasında ölümü saklıyoruz. Tatlı aşlara ağu katan ölümü. Bir tabut kalabalığı ikiye bölerek geçer, mahalleyi ikiye bölerek geçer, kalbi ikiye bölerek geçer. Saf olanı da, zıddı ile var olanı da ikiye bölerek geçer. Tabut geçer, ölüm geçer. Lakin ölüm ile bu tanışıklık geçmez. Görmezden geldiğimiz, gömdüğümüz, yok saydığımız her ölüm; evimize dönüp arka odamıza geçtiğimizde bizi dipdiri bir şekilde karşılar.