Mustafa Çiftçi
Anne şöyle yapalım mı? -Evin işi bitsin bakarız. Evin işi hiç bitmezdi ki. Anneme ne sorarsan sor aynı cevabı alırdın. “Ev işi” dediği temizlik, yemek, hayvanların bakımı, çocukların işleri yani hepimizin bildiği “ev işi”. İşimiz bitse de komşuya gitsek, işimiz bitse de gezmeye gitsek ya da işimiz bitsin de bir yere gitmeden evde oturalım. Ama işimiz bitsin. Yıllar içinde anladım ki işi biterse annem de bitecek. İş olduğu müddetçe annem de yaşayacak. İşi olması annemin soluk alması gibi bir şeydir. İşi olsun da bitip bitmemesi önemli değil.
Ama biz üç kardeş daha doğrusu üç bacı idik. Ben ortancayım. Ablam annemin kopyasıdır. Ablalar biraz anne biraz baba ve azıcık da abladırlar.
Küçük kardeşim ise annemden ayrılmaz. Annem zaman zaman kızar. “Yavrum ötede oyna. Emecek misin beni? Dibimden ayrılmıyorsun.”
Annem bizi severken her birimize ayrı laflar eder. Ablama; “Anası yapılı guzum.” der. Bana; “Ortanca gülüm.” der. En küçüğümüze “Kazan dibi.” der. Bunlar hep kolay laflar. Esas yutulması zor lafları kızınca eder annem. Ablama; “Deynek gibi uzadın. Seni kimse almaz. Başımıza kaldın kurudun. Kız kurusu oldun.” der. Bana gelince “Okuduğun kitaplar hep boş. Azıcık işe yarasalar sen böyle hoydana gibi mi olurdun.” der. “Hoydana’ neymiş anne?” derim. “Dana işte bildiğin dana ama ipe sapa gelmez bir dana.” der. Küçük bacımıza kıyamaz, yalandan kızar Annem.
Ev İşi, El İşi
Biz kah barışır kah küseriz. Günümüz hep böyle geçer. Babam dükkandadır bir tek pazarları evde olur. Babam evdeyken ben pek rahat ederim. Çünkü babam evdeyken ev işi yapılmasını istemez. O gün annem babamın gül hatrı için ev işi yapmaz. O zaman da bir kenara çekilir “el işi” yapmaya başlar. Ha bire bir şeyler örer, “ev işi” bitmez de “el işi” biter mi sanki?
İşte ben o boş pazar günleri yanıma mevsim meyvelerinden bir tabak dolusu alırım, evin bir kuytu köşesine çekilirim. Ve roman okurum. Meyveler biter yenisini alırım. Benim yanıma roman ve meyveler verilse başka şey aramam, yaşar giderim zannederim. Roman yazanlara bir hayran olurum ki sormayın. Bu kadar kuyruklu lafı nereden bulur, nasıl birbirlerine bağlarlar hep hayret ederim. Bence roman yazabilen kişi her işi yapar gibi gelir. Romanlar birer dipsiz kuyu olur ben içine düşerim. Roman okurken yediğim meyveleri önce epeyce elimde tutarım, top gibi oynarım, sonra da epeyce koklarım. Bu sırada gözümü ayırmadan romanıma devam ederim. Ablam beni görünce “Roman okuyan maymun.” diye dalgasını geçer. “Seni sirke verelim hem meyve ye hem roman oku kızım.” der. Ablama cevap bile vermem. Ablam zanneder ki onu önemsemediğimden cevap vermiyorum. Oysa romana ara verirsem tekrar havasına girmem zor oluyor. O sebepten kimseye laf vermem.
Keşke her gün pazar olsa. Keşke ben saklanıp roman okusam. Ama annem evin istediğim yerinde roman okumama izin vermez. Hele misafir odasında koltukların tepesinde bir sepet meyve eşliğinde roman okuyacağım he mi? Lafının edilmesine bile razı gelmez annem.
Pazar günleri babam geç kalkar. Kahvaltısını ettikten sonra uzun uzun tıraş olur. Tıraşını törene dönüştürür. Bir yandan dudağını uzatarak çay höpürdetir bir yandan tıraş olur. O kadar çok köpükler ki, kardan adam oldun der, gülüşürüz. Neden bu kadar uzun sürüyor tıraşın derim. “Erkek adama bir oyalanmadır bu kızım. Her erkek kendini oyalayacak işi bilir.” der. “Ben de kendime oyalanacak işi bulmuşum, roman okuyorum.” diye sevinirim. Ama anneme anlatamam bir türlü. Ona göre roman okuyup durmak boş bir türküdür. Çalıp çığıran benim. Türkümü hiç dinleyen yok ama ben ha bire okurum.
Tek Bir Şartım Var
Yıllarca bu böyle oldu. Ev işi, el işi arasında zaman buldukça ve pazar günleri kuytulara saklanarak ben kütük gibi romanları bir bir devirdim. Sonra bizi istemeye gelmeye başladılar. Ablam üç ay içinde bir polis ile düğün nişan edip gelin gitti. Sıra bana geldi. Epeyce isteyen vardı bizimkiler karar veremiyordu. Benim bir tane şartım vardı. “Şartımı annem duysa beni öldürür.” diyordum. “Benim varacağım adam benim romanıma karışmayacak.” Bu da şart mı Allah’ını seversen diyenler olabilir. Her insanın şartı şurtu kendini bağlar mesela değil mi? Benim şartım da bu.
İstemeye gelenlerden kırtasiyesi olan bir gence içim ılıdı. “Bir daha gelsinler de kız ile oğlan birbirini görsün.” denildi. Çocuğun adı Hamdi, pek efendi, benimle konuştuğu beş dakika içinde pancar gibi kızardı, terledi. Ben lafı döndürüp dolaştırıp romanlara getirdim. Hamdi “Ben de pek severim.” demesin mi? Kalkıp boynuna sarılacaktım. “Vallaha mı?” diyebildim. “Hem vallaha hem billaha ben romanları pek severim” dedi. Ben o saat kararımı verdim “Ölürüm yoluna oğlan, gel beni al.” dedim içimden.
Sonra Hamdi ile dünya evine girdik. Ben okumaya devam ettim. Annem arada bir bizi ziyarete gelir. O gelmeden evvel romanları kaldırırım. Deliler gibi ev işine sarılırım. Annem de bana aferin çeker “İt avını bilir. Bak evlenince roman sevdasından kurtulmuşsun.” der sarılır öpüşürüz. “Ev işi varken roman neymiş annem.” derim, annemin gönlü hoş olsun isterim…