Mustafa Özel
Çalışma hayatına adım atarken hep 33 yaşında “emekli olmayı” düşlerdim. Çalıştığım bankada bir yıl içinde “Ekonomik Araştırmalar Müdürü” ünvanını kazanmama rağmen mutsuzdum. Haydi daha cesur olayım, kendimi satmakta olduğum duygusuyla yaşıyordum. Yıllar sonra Thoreau ve Benjamin gibi yazarları tanıyınca, bu tuhaf duygu ve düşüncelerin bana özgü olmadığını anladım. Kapitalizm, ürünlerden önce insanı metalaştırmıştı. Ve bu gerçeklik hassas ruhlara ağır geliyordu. Meselenin kökünde zenginlik/ yoksulluk paradoksu yatıyordu. Çin bilgesi Lao Tzu “yeteri kadarına” sahip olduğunu bilenler zengindir derken; Amerikan bilgesi Henry Thoreau kapitalist çağın eşiğinde çağdaşlarına “yeteri kadarına” sahip olduklarını ama bunu bilmedikleri için kendilerini yoksul hissettiklerini söylüyordu. Her zaman daha fazla lüks arayışında olup, daha azıyla yetinip memnun olamayanların “ekonomi” kavramını idrak edemediklerine ve “bir şeyin bedelinin onunla takas edilmesi gereken yaşam miktarı” olduğunu anlamadıklarına dikkat çekiyordu. İşte sıkıntımın kaynağı buydu: Ben de maaş karşılığında vazgeçtiğim “yaşam miktarına” acıyor olmalıydım.
Böyle bir şaşkınlık ortamında karşılaştığım Aklıkarışıklar İçin Kılavuz’u çevireli tam 30 yıl olmuş. Dine duyarlı bir iktisatçıya rastlamış olmak benim için hoş bir sürprizdi. “İktisadi mesele diye bir şey yoktur, diyordu yazar, hiçbir zaman da olmamıştır. Manevi bir mesele var yalnızca!” Modernlik, açgözlülüğü sistemleştirmekti. Kapitalistler mal değil, açgöz müşteriler üretiyor, alışveriş merkezleri böylece modern tapınaklara dönüşüyordu. Ve Schumacher kitabını şu manifestoyla noktalıyordu: “Mabetsiz yaşamak mümkün olabilir belki; ama dinsiz, yani bütün zevk ve acısı, heyecan ve memnunluğu, incelik ve kabalığı ile olağan hayat düzeyinin fevkindeki Yüksek Kademelerle temas kurmanın ve onlara doğru gelişmenin sistemli çalışması içinde olmaksızın yaşamak mümkün değildir. Modern dünyanın dinsiz yaşama deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı ve bir kez bunu anladık mı Modernlik-sonrası görevlerimizin neler olduğunu anlarız.”
Benjamin’in yazılarını okuyunca “tapınaklara dönüşen AVM’lerin” serencamına daha iyi akıl erdiriyordum. Ondokuzuncu yüzyılın dünya başkentinin Paris olduğunu söyleyen düşünür, 1820’lerde yapılan pasajlardaki yeni eşya mağazalarının (magasins de nouveaute) daha sonraki büyük alışveriş merkezlerinin öncüsü olduğunu ve “sanatı iş adamlarının hizmetine verdiklerini” yazıyordu. “Işığı yukarıdan alan bu geçitlerin iki yanında en şık dükkanlar uzanır; bu nedenle böyle bir pasaj, küçük bir kent, dahası küçük bir dünyadır.” Bu mağazaların küresel boyutu dünya fuarlarıydı, adına mal denen putların hac yerleri: “Dünya fuarları malın değişim değerini çarpıtır. Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır. İnsanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur. Eğlence endüstrisi de insanı malın eriştiği düzeye yükselterek, bu fantazmagoriye girmesini kolaylaştırır. İnsanoğlu da kendine ve başkalarına yabancılaşmasının tadını çıkararak, kendini böyle bir dünyanın yönlendirmesine bırakmış olur.” Bu dünyanın yönlendiricisi modadır: “Mal denilen fetişe hangi dinsel tören kurallarıyla tapılacağını moda saptar.”
Yazının tamamını Okur’un 14. sayısında bulabilirsiniz: https://bit.ly/2CBpiBG
Mustafa | 19 Temmuz 2020
|
Yazmaya devam edin lütfen