Göz ile Beyin Arasında
Metin Karabaşoğlu
İyi bir yazar olmanın iyi bir okuyucu olmayı gerektirdiği söylenir. Elhak öyledir. Yazarın, en başta da, kendi yazdıklarının iyi bir okuyucusu olması gerekir. O iyi okuyucu, yazar daha satırları zihninde yazarken işe başlar, kağıda veya bilgisayara aktarırken işine devam eder, yeniden yazma süreçlerinde de sürekli yazarın yanında olur. Yazdıklarına bir ‘okuyucu’ gözüyle bakabilmeyi başardığı; kendi içindeki bu ya- zar-okuyucu diyalogunu sağlıklı biçimde koruduğu sürece, yazar kalemini ve kelamını geliştirir.
Yazar için geçerli olan bu durum, editör için de geçerlidir. İyi bir editör olmanın yolu, öncelikle, iyi bir okuyucu olmaktan geçer. Bu süreçte editör, yazardan farklı olarak, okuduğu metinde sadece anlatım ve anlama odaklanmaz; bu iki hususu gözden kaçırmadığı gibi, başka bir dizi unsura da bakması gerekir. Bütün bu un-surları değerlendirmede anahtar ise, göz-beyin ilişkisidir.
Metni Önce Görürüz
Okuyacağımız bir metni, önce görürüz. Ve en başta, cümle cümle değil, bir bütün olarak görürüz. Gözümüz, bir dergi veya kitabın açılmış iki sayfasını önce bir bütün olarak görür, sonra iki ayrı sayfaya ayırır, sonra ilk sayfaya yönelir ve ondaki paragraflara odaklanır, sonra paragraflar arasından birinciye yönelir ve iki nokta arasında cümleleri birbiri ardınca seçmeye başlar. Bütün bu süreçler belki saniyenin binde biri bir zamanda gerçekleşir; ama okuma eylemi işte böyle bir ‘gör- me’ eyleminin peşi sıra gerçekleşir. Bu kısacık süreçte, gözden beyne sürekli mesajlar akar. İşte o süreçte tercih edilen yazı karakteri ve puntonun gözü yorup yormadığından sayfa içinde boşluğun nasıl yönetildiğine; satır uzunluğundan satırlar arası boşluğun ne miktarda olduğuna, paragrafların ve cümlelerin hacmine.. bir dizi unsur, elimizdeki metnin okunaklı bir metin mi, yorucu bir metin mi olduğuna dair gözden beyne ulaşan birer sinyale dönüşüverir.
Rahat mı, Sıkıcı mı?
Bir örnekle açıkla- yalım: Şimdi, bir editör olarak, kendinizi bir okuyucu olarak tecrübe alanına bırakın, elinizde bir kitap var, önce sayfaya bakıyorsunuz, sonra sayfa içinde paragraflara, sonra da ilk paragraf içindeki cümlelere…
Aşama aşama durumu değerlendirelim: Sayfada bir paragraf boşluğu bile yok. Paragraf önceki sayfada açılmış, yeni paragraf ise ancak bir sonraki sayfada geliyor. Okuduğunuz sayfa için göz beyne nasıl bir mesaj yolladı: Rahat? Sıkıcı? Peki tam tersini düşünelim: Sayfanın neredeyse her satırı ayrı birer paragraf olmuş. Göz, beyne nasıl bir mesaj yolladı: Rahat? Sıkıcı? Bu da değil, sayfada paragraflar var, ama sabit biçimde, meselâ dörder satırda bir paragraf olacak şekilde düzenlenmiş. Gözün beyne mesajı ne: Rahat? Sıkıcı?
Bu üç ayrı durumda da, gözün ulaştırdığı görüntüden beynin ulaşacağı sonuç aynı olacaktır: Rahat değil, yorucu ve sıkıcı. Buna karşılık, birden fazla paragraf boşluğu varsa ve paragrafların satır sayısı arasında esneklik, çeşitlilik ve değişkenlik söz konusuysa, göz ile beyin arasındaki iletişimden çıkacak sonuç şu olacaktır: rahat, okunabilir. Gördüğünüz gibi, daha metni okumadık bile, henüz içeriğe ve üsluba vâkıf dahi değiliz. Ama göz ile beyin arasında saniyenin belki binde biri bir zamanda oluşan mesaj alışverişi, bizi eldeki metin hakkında bir yargıya ulaştırdı. Yazar, işte bu boyutu görmeyebilir, ama bunu görmek ve bu süreci metni okunaklı kılacak şekilde yönetmek, editörün vazifesidir.
En Büyük Sermaye: Boşluk
Paragraf için geçerli olan bu durum, daha mikro alana indiğimizde, paragraf içindeki cümleler için, yani cümlelerdeki kelime sayısı için de geçerlidir. Daha da aşağıya indiğimizde, kelimeler- deki hece sayısı için. En büyük sermayesi ‘boşluk’, en büyük maharetlerinden biri ise eldeki metni en rahat okunur ve anlaşılır halde sunmak için bu boşluğu yönetmek olan editörün, göz-beyin ilişkisi bağlamında dikkat edeceği başkaca hususlar da var; ama bu sayımız için bize ayrılan yeri ve süreyi çoktan aştık bile.
Bir sonraki sayıda devam edelim.