OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Hatıra Vadisinden Kahraman Portreleri

Ali Görkem Userin

1940’lı ve 50’li yıllarda doğanların, nesil olarak Osmanlı’nın son dönem birikimiyle aramızda bir köprü vazifesi icra ettiğini söylemek, iddialı bir yorum olmasa gerek. Bilhassa düşünce hayatımızın Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan kesinti ve kırılmalara rağmen bir devamlılık arz ettiğini hesaba katarsak, mevzubahis neslin önemi daha iyi anlaşılacaktır. İlim adamı, muallim, mütefekkir, sanatkar,mimar… Devir değişirken, değişmemesi gereken temel ilkeleri görünür kılan şahsiyetlerdir onlar. O yüzden alanlarına ve eserlerine geçmeden evvel,bu zevattan neler öğrenebiliriz, hayat ve tarzlarından alacağımız dersler neler, o açıdan bakmak lazım.

Daha çok Osmanlı-Türk düşüncesi ve İslamcılık alanındaki derinlikli çalışmalarıyla tanınan İsmail Kara, aynı zamanda üslup sahibi bir kültür tarihçisi, portre ve hatırat yazarıdır. Bu alandaki son eseri ise, 2005’te yayımlanan Sözü Dilde Hayali Gözde’nin devamı niteliğindeki Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’dır.

Kara, ilk ciltte daha çok Hareket- Dergâh çevresinin irtibat halinde olduğu sanatçı ve ilim-fikir adamlarını anlatıyordu. Başta Nurettin Topçu olmak üzere; Cemil Meriç, Orhan Şaik Gökyay, Cinuçen Tanrıkorur, Muhammed Hamidullah… İkinci ciltte ise, benzer isimlere (H. Süleyman Yılmaz, Selçuk Eraydın, Necla Pekolcay, Turgut Cansever, Ayşe Şasa, Bekir Topaloğlu, Orhan Okay, Abdullah Kucur, Cahit Çollak ve Nail Bayraktar) ilaveten anne ve babası da yer alıyor.

Bunların tamamı başka vadilerde gezinen, bu dünyada olup da bu dünyadan değilmiş gibi yaşayan kimselerdir. Anlatılan kim olursa olsun, çıkış noktası aynıdır: Bu kahramanların güzel özelliklerini kayıt altına almak ve onlarla tanışma imkanı bulamayanlara bir şekilde onları tanıtmak. Kara, bunu yaparken hissiyat, temayüller, fikir, bilgi, yorum, hayat tarzı, davranışlar ve üslup özellikleri de dahil olmak üzere çok katmanlı bir resim çalışıyor. Anlatılanların geçtiği dönem ve şartlar ise flu ve belirsiz bir fon olarak bırakılmıyor, kişilerin hikayeleriyle birlikte dönemin adeta mikro tarihi yazılıyor.

Zengin Bir Arşivin Ürünü

Adını Yunus’un “Dağ ne kadar yüce olsa / Yol onun üstünden aşar” mısralarından alan kitap Kara’nın, on iki zata dair şahitlik, hatıra ve günlüklerini merkeze alarak yazdığı metinlerden oluşuyor. Her biri farklı zamanlarda parça parça yazılan bu metinlerin üstünde defalarca çalışıldığı, çeşitli katkılarla zenginleştirildiği ilk bakışta dahi görülebiliyor. Kitabı zenginleştiren yanlardan biri de Kara’nın titiz arşivciliğidir. Yıllar evvelinden mektuplar, kartlar, fotoğraflar, imzalı/ithaflı kitaplar ve daha nicesi… Dikkatlerden kaçmaması gereken bir güzel detay da anlatılan kişilerin vefatlarına, ağabeyi Mustafa Kara’nın düştüğü tarihlerdir. Misalen, Cahit Çollak için düştüğü tarihe bakalım: “Kalem ve kitapla kitâbeti / Dosta ve muhibbâna hitâbeti / Ahlâk ve fazilet ve nezaketi / Bir er geldi dedi bu tarih için / ‘Bu Cahit Çollak kardeşin rihleti’ (1438)”.

İlk cilde kıyasla, Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’nın duygusal yönünün daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Bunda, muhtemelen anlatılan zevatın çoğunun son on yılda vefat etmiş olması, acılarının henüz tazeliğini koruması ve bunlar arasında anne-babasının da bulunması etkili olmuştur. Ayrıca İsmail Kara’nın bir gözlemci/ anlatıcının ötesine geçerek hatıraları, fikirleri, yorumları ve bakış açısıyla daha çok hissedildiği bir toplamdır bu. Ne kadar yaramaz bir çocuk olduğunu (örneğin, 7 yaşındayken balkondan düşüp iki kolunu birden kırar), buna rağmen okulu ve derslerini ciddiye aldığını, hatta ödevlerini okuldan eve dönerken yolda yapıp bitirdiğini de bu ciltten öğreniyoruz. İsmail Kara’yı şekillendiren ortam ve şartları anlamak için anne ve babasını anlattığı bölümler ayrıca kıymetlidir. Babası daha çok ilim ve ahlak noktasında ona yol gösterirken annesi çalışkanlık, merhamet ve gelenekten beslenme timsalidir. Annesini anlattığı bölümü okurken görüyoruz ki, insan kaç yaşında olursa olsun annesini anlatırken küçük bir çocuğa dönüyor.

Rize-Güneyce’de, mahallelerinin ilk imamı olan -Kutuz Hoca’nın da hocalarından- Hacı Süleyman Yılmaz’ı anlattığı ilk yazının bir dipnotunda şöyle diyor Kara: “Geçmiş günler geri gelmez, eyvallah; hatıralar geri geliyor ama… Buna da şükür.” Okur olarak bize düşense, bu hatıralardan dersler çıkarmak, örnekler almaktır. Bir süre muallimlik de yapan Süleyman Efendi’nin 1930’larda yaşadıkları, o günlerde devletin eğitim politikasına dair mühim ipuçları da sunar. Aralarında Süleyman Efendi’nin de bulunduğu on beş öğretmen müfettiş raporlarıyla emekli edilmek istenir. Başarılı da olsalar medrese eğitimi aldıkları için yeni eğitim sistemine intibak edemeyen ve talebelere “muasır ruhu” aşılamayacak kişiler olarak görülürler. Kendisinden rüşvet talep eden bir müfettişin ifadesiyle “Muasırlaşmak mecburiyetinde olan bir milletin muallimi olamaz” Süleyman Efendi.

Ufuk Açıcı Soruların Peşinde

Kitabın en mufassal ve hacimli bölümü Turgut Cansever’e ayrılmış. Cansever’le yirmi yılı aşan hukuku bulunan Kara için bu isim pusula işlevi gören kıymetli bir üstaddır. Sanatkar ve fikir adamı Cansever, daha ilk karşılaştığı metniyle (Dekorasyon dergisindeki röportajı, Aralık 1989) Kara’yı hayret ve hayranlık içinde bırakır; fotoğrafıyla dahi güven telkin eder. Kara, okuduğu röportajı heyecanla dostları Mustafa Kutlu ve İsmet Özel’le paylaşır. Kendi ifadesiyle “ümitsiz bir zamanda ve sarsıntıları henüz yeteri kadar fark edilmeyen dağılmaların derinleştiği bir zeminde kıymetli ve hareketli bir maden bulmuş gibi” olurlar, “serapların yahut kum fırtınalarının kol gezdiği çölde bir vahaya, serin ve tatlı bir suya kavuşma ümidini keşfe” yaklaşırlar. Kara’nın Cansever’de gördüğü en mühim özellik ufuk açıcı soruların peşinde olması ve bütünlük fikrinden vazgeçememesidir. Örneğin, Mimar Sinan’ın yirmi yıl arayla yaptığı iki eserdeki istif sıkıntısının nasıl aşıldığı sualini cevaplarken o dönemin felsefi, tasavvufi, ilmi ve siyasi meselelerini de anlamaya çalışır Cansever.

Hayrettin Karaman ve Tayyar Altıkulaç’la beraber İmam Hatip neslinin öncü isimlerinden olan Bekir Topaloğlu 70’lerin ikinci yarısında Yüksek İslam Enstitüsü’nde İsmail Kara’nın derslerine de girer. (Topaloğlu da İstanbul İmam Hatip Okulu’nda Nurettin Topçu’nun öğrencisi olmuştur.) Öğrencisi Kara’nın gözünde Topaloğlu “insanların sıradanlaşmak ve herkes gibi olmak için” çaba sarf ettiği bir dönemde prensiplerini terk etmeyerek kendi kalmayı başaran biridir. Kara, 90’lardan itibaren hatıralarını yazması için hocasına defaatle ricada bulunur; lakin Topaloğlu 2011’den sonra yazmayı kabul etse de hatırat tamamlanıp neşredilemez. 1 Mart 2011 tarihli mektubunda, Topaloğlu’nun hatıratının önemini çok güzel ifade eder. Ona göre, hocasının hatıraları “Milletimizin hayatının bir tarafına kuvvetli bir ışık salacak evsaftadır”. Kara’nın, hatıraları bağlamında hocası Topaloğlu’na yazdığı mektuplar hem üslup hem de nezaket açısından muhteşemdir.

İsmail Kara’nın Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’da anlattığı şahsiyet ve hususiyetler özetle bize tevazu ve ahlakın, ilim ve hikmetin olmazsa olmaz cüzleri olduğunu göstermektedir. Akif’in “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, / Günler şu heyûlâyı da er, geç silecektir. / Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma. / Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” mısralarının vücut bulmuş hali gibidir onlar. Tek farkla ki, Kara’nın eseri, onların bilinmesi için güzel bir imkan ve vesile olacaktır. Onun veciz ifadesiyle “İnsan olmak biraz da hatırlamak, hatıralara sahip olmak, onları hatırlamaktır.” Kabul etmeliyiz ki, mevzubahis hatıralar olduğunda, İsmail Kara bugün eşine zor rastlanır bir anlatım ustasıdır.

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?