|

Hatırlayışlar, Unutuşlar ve Eleştirinin Kovuğunda Denemeler

Feyza Kartopu

Denemenin hercai yapısı gereği, tekil başlıklara ayırmak zor olsa da Batı edebiyatında sıklıkla karşımıza çıkan “konularına göre tasnif ” anlayışı en makul olan sınıflama gibi görünüyor. Okunan her denemeyle birlikte bu tasnife yenilerinin eklenebileceğini akılda tutarak sözü, Aykut Ertuğrul’un denemelerine getirmek istiyorum. İlkin, öykü üzerine düşündüğü ve öyküye dair eleştirilerinin yer aldığı Kusurlu Rüya’ya; oradan da daha şahsi fikirler içeren Bellek ve Başka Tuzaklar ’a… 

Atilla Özkırımlı’nın hazırladığı Türk Edebiyatı Kavramları ve Terimleri Sözlüğü’ndeki tasnife göre, Kusurlu Rüya, edebiyat eleştirilerini konu edindiği için “critical essays” denilen, eleştirel denemeler olarak isimlendirilebilir. Bellek ve Başka Tuzaklar ise daha şahsi olandan hareketle yazıldığından “subjektive essays”, yani öznel denemeler olarak adlandırılabilir. Yine de bu sınıflamaların dışında kalan ya da dışarda bırakılanları içeren pek çok denemenin olduğunu söylemekte yarar var. Denemelerin bıraktığı boşlukları; fikir ve eleştirileriyle, çocukluğunun sokaklarındaki kısa gezintilerle, eski resimlerle, eski kitaplarla, eski burukluklar ve en nihayetinde eskiyle kurulan sağlam bir bağlantıyla dolduruyor Ertuğrul.

Çok Sesli Düşünme Denemeleri 

Kusurlu Rüya bir ilk eşik. Kitabın birinci bölümü, öyküyü salt form olarak anlama çabasından ibaret görünüyor fakat hemen bu yanılgıdan kurtuluyor insan. Çünkü Aykut Ertuğrul’un cümle cümle ilerleyen yolculuğu, hikayenin avuçlara düşüşüyle birlikte hareketlenen o ilk andan başlayarak çeperini genişletiyor. Formu anlama gayretinin yanı sıra; günümüzde öyküye olan ilginin neticesindeki niceliksel artışla, nitelik arasındaki o hassas ilişki sorgulanıyor. Yine gelenek modern çatışması, hikayenin içinden çekildiği öyküler, varoluşçuluğun Türk çok sesli düşünme denemeleri olarak adlandırılabilir kuşkusuz.

Öykünün İmkanlarından Faydalanmak 

Bellek ve Başka Tuzaklar‘ı eline alan okur, Aykut Ertuğrul’un öyküyle temasını bilmekteyse; denemenin öyküye imkan tanıyan yapısından hareketle yazılmış metinlerle karşılaşacağı düşüncesine kapılabiliyor ilkin. Ancak denemelerden birini, “Bir Can Yeleği Üzerine”yi, hariç tutarak şunu söylemekte bir sakınca görmüyorum: Bellek ve Başka Tuzaklar’daki metinler, öykücükler anlatarak sözü daha etkili hale getirmeye gayret eden, form olarak öykünün imkanlarından faydalanan metinler değiller.

Belki şöyle ifade edilebilir: Buradaki denemeler, “uzun bir hikayesi” olan denemelerdir. Hikayenin büyük bir kısmıysa, her an kendisini yeniden, bambaşka şekillerde üretebilen öz yaşam öyküsüne dayanıyor. Belki de bu yüzden kelimeleri kavga aracı olarak görmüyor Ertuğrul. Sesini yükseltmiyor. Cümleleri, sonsuz kere sürdürülebilecek düşüncenin özgür dolaşımı gibi duruyor kağıdın üzerinde. Tam da burada Vefa Taşdelen’in deneme tanımını hatırlayalım: “Aslında denemenin özü, kendi gözümle dünyayı görmem, kendi aklımla dünyayı anlamam, kendi duygularımla hayatı hissetmem, kendi varlığımla yolumda yürümem, kendi tecrübelerimle birikmem ve olgunlaşmamdır.” 

Daha ilk denemeden kendi yazı hikayesini aramakla başlayan, kendi hikayesine sorular yönelten, bakışlarını kendine çeviren Aykut Ertuğrul’un denemeleri, bu tanımı hatırlatan cinsten. Bir şeyle; sözgelimi çocuklukla, aileyle, yaşadığımız şehirle, okul yıllarıyla aramıza mesafe girdiğinde, yani o şeyden uzaklaştığımızda, zannediyorum gün ışığı idrakinde görünüyor yaşananlar. İdrak için, hesaplaşma iç mesafenin şart olması belki de bu yüzden. Bellek ve Başka Tuzaklar, bana bu idraki hatırlattı. Çocukluğa dair bir hatıra, bir avuç çekirdeğin yer aldığı bellekteki o fotoğraf karesi; gece, ışık ve kapının ardındaki büyükbabanın sesi, taze bir yara, çabalayan fakat çabalarının karşılığını bulamayan bir mahcubiyet, taşra sıkıntısı, istenmeyen okul yılları, yaranın kendini hatırlatışı, parmaklıkların ardı, gizlice okunan kitaplar, artık esamesinin okunmadığı Ankara’nın edebi mahfilleri, eski kitaplar… 

Düşüncenin Özgür Dolaşımı 

Hemen belirtmek gerekir ki Aykut Ertuğrul’un hatırladığı yalnızca geçmiş değil. Söylenenler, nostaljik bir kıpırtısızlık içinde geçmişe yakılan ağıdın çok ötesinde. Nitekim, “Bu Hep Böyle Olmuştur” denemesindeki o taş gibi sorunun ardından gelen “Dünya edebiyatının bu büyük devleri, istisnasız bir şekilde kendisini kendi topraklarına, kendi insanlarına, kendi dillerine, kendi toprağının hikayesine adamış yazarlardır. Ve evet, bazıları kendi topraklarında, kendi zamanlarında lanetlenmek pahasına bunu yapmışlardır.” cümlelerini kadim olana, milli olana, bizi biz yapan hikayelere sahip çıkma çabası olarak görebilir miyiz? Ya da bir başka denemedeki “Bugün dünyanın herhangi bir yerinde ‘başlangıçtaki sessizliğini’ koruyabilen bir yer kalmış mıdır acaba? İnternet bağlantısının, uydu erişiminin olduğu hiçbir yer, sessiz bir ıssızlıkta değildir artık.” cümlesi çağıyla hesaplaşma, yüzleşme, en nihayetinde herkes gibi ona teslim olma olarak yorumlanabilir mi? Öyle ya da değil. Mühim olan da belli bir sona varmak, kesin yargılar sunmak değil zaten. Deneme tereddütlerin, söyleyip vazgeçişlerin, cevapsız soruların, düşüncenin özgürce dolaşımının evi. Denemelerdeki fragmanter yapı, anlamın çoğala çoğala da ğılması ve bir şey söylemek için başlayıp bambaşka şeylerle nihayete ermesi denemenin kendi iç yapısına ve samimiyetine çok uygun bu yüzden. 

Bu denemeleri, Aykut Ertuğrul’un 2008’de başlattığı öykü serüveniyle birlikte düşünmek, öykülerine yeni bir halka eklediğini varsayarak bu pencereden yazı haritasına bakmak yeni bulgular doğuracağından faydalı olacaktır elbette. Çünkü denemelerinde, kurgusal olanla yaşam arasındaki mesafenin daraldığı anlardan çıkan imgelerin, son yazdığı öykülerde belli bir forma dönüştüğünü düşünmeden edemedim. Tüm bunları “aşırı yorum” olarak nitelendirebilecek bir Umberto Eco çıkmadan önce bu iz sürümünü, nihai kararı verecek okurun kendisine bırakmakla yetinelim.

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir