Kemal Sayar – Zübeyde Çakır
Günther Anders, geçtiğimiz yüzyılın bitmek bilmez, sündükçe uzayan mesafesinin tamamını kat etmiş bir düşünür olarak (d.1902 – ö.1992), hem kendi asrının hem de henüz pek genç sayılabilecek 21. yüzyılın bilinen tüm düşünürlerinin kuramlarını ve dikkatini ele geçirmiş bir “aylakçı felsefe”nin mümessili. İlginç olan, isminin, yarattığı etkinin kapsamıyla kıyaslanamayacak kadar az zikredilmesidir –ki bunun bir muhtemel sebebi kendisinin de zikrettiği üzere çağımızın teknoperest ve ilerlemeci itikadının heretiği olmayı seçerek, geleceğe beslenen safdil umudu aşağılamasıdır.
“Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam.” bir söyleşisinde; “Ne umut edin ne de yakarın. Yalnızca eyleyin.” Anders, Batı’nın yaşam biçimini, yapıcı eleştiriye elinden geldiğince gönül indirmeden, onun temellerini çatırdatacak ölçüde radikal tarzda sorgular. Uzun sürmüş bu sükut suikastinin bir diğer sebebi olarak ise başkalarının felsefesi üzerine felsefe yapmaktan kendini sakınmış özgün bir eylem-düşün insanı olarak herhangi bir ekole dahil olmaktan uzak durma konusundaki özeni gösterilebilir. Onun sözleri, zamanının şiarına karşı iyi perdahlanmış hicivler olmaktan bir hayli uzaktır.
Öfkemi ve Susmamı Ancak Almancada Haykırabilirim
Oysa kimlerle yolu kesişmemiştir ki Günther Anders’in. Ünlü bir psikolog çiftin (Clara- William Stern) oğlu olarak dünyaya gelen Anders, Walter Benjamin’in kuzeni ve Husserl’in en kıymetli öğrencilerinden biridir. Çünkü -birkaç şekilde rakibi olan Heidegger’in aksine- Husserl’e de karşı durmaktan kendini alamamıştır. Nasyonal Sosyalizm’in ayak seslerini keskin kulağı ile henüz işitmiş olduğu tarihlerde, Brecht ve Adorno meseleyi fazla abartmakla itham eder onu. Alman kültürel çevresi, onun doğal dünyasını da oluşturur. Günther Anders, sadece çağına göre skandal sayılacak nitelikteki sarsıcı öngörülerile değil, bir benzerine ancak Nietzsche’de rastlanabilecek anadilindeki düşünce -duygu harmonisini akıcı ve dokunaklı bir etkileyicilikle kullanmasıyla da kendi muhitinde tebarüz etmiştir. İnsanın dil içindeki yerleşmişliğini “Öfkemi Almancadan başka bir dilde haykırmam imkansızdı -herhalde susmayı dahi yalnızca Almanca becerebilirdim.” sözünden daha iyi anlatabilen çok az ifade vardır.
“Bir baloda kendisiyle dans ederken, ‘Aşk, a posteriorik bir şeyi, rastlantı ile karşılaştığın birini yani, kendi yaşamının a priorisine dönüştürmektir,’ sözleriyle kazandım Hannah’ın gönlünü. Yazık ki bu hoş formülün hayat içinde doğrulandığını söyleyemem.” derken de Hannah Arendt ile yürüttüğü hüsran dolu evliliğinin serencamını izlememizi mümkün kılar.
Onun düşünce yolculuğunu en iyi ifade eden eseri -opus mag num’u- İnsanın Eskimişliği (Die Antiquiertheit des Menschen) adlı birçok makalesinin derlendiği iki ciltlik eseridir. Henüz yirmili yaşlarındayken kaleme aldığı ancak yayınlatamadığı, faşizmi anlatan fantastik romanı Molusya Katakombu’ndaki totaliter, militarist, endüstriyel olguların ve rejimlerin bağrına yöneltilmiş incelikli gözlemlerinin izleğine bu başyapıtında olgunlaşmış halde tekrar denk geliriz.