OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

İvan İlyiç Öldükten Sonra yahut İvan İlyiç’in Kaldığı Yerden

Okan Erdağı

“Ölümün huzurunda bütün kavgalar biter.” – Emile Zola, Nasıl ölünür?

İvan İlyiç’in nasıl zengin olduğu ve sonunda ne şekilde öldüğü birçoğumuzun malumudur. Genç İvan İlyiç, iyi bir mevkiye gelebilmek için gecesini gündüzüne katar ve bu mevkiye gelir. Bu sırada evlenir ve çocukları dahi olur. Derken günün birinde eve gelen duvar kaplamacılarına ne istediğini göstermek için merdivene tırmanırken ayağı kayar ve düşer. Hızlıca doğrulur, ancak böğrünü dolap kapağına çarpmıştır. Bir süre acısını duyar, sonra unutur gider. Ancak hastalık onu unutmaz ve ölüm yavaş yavaş İvan İlyiç’i avuçları arasına alır. İvan İlyiç’in Ölümü adlı eser okura tüm bunları sunarken perdeyi İvan İlyiç’in ölmesiyle kapar. Fakat Emile Zola Nasıl Ölünür? kitabında sözü bir tık daha ileriye götürerek hedef şaşırtıyor ve başlıkta da dediğimiz yerden, İvan İlyiç’in kaldığı yerden devam ettiriyor.

İğne de Çuvaldız da Kendimize

Can Yayınları’nın “Kısa Klasikler” serisinden yayınlanan kitapta okuru beş öykü bekliyor. Bu öykülerin tek ortak noktası ölüm üzerinde gelişiyor olması ve ironiler içermesi. Her öyküde okura aktarılmak istenen ayrı bir ironi, tenkit var. Bilindiği gibi tenkit kelimesi Arapça “n,k,d” harflerinden geliyor. Herkes bu öykülerden nakdini, payına düşeni peşin olarak alıyor. Yazar içten içe iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmamızı fısıldıyor.

Öte yandan her öyküde ölen kişinin özellikleri farklılık gösteriyor. Sözgelimi ilk öykümüzde ölen kişi soylu bir Kont. Sonraki öykülerimizde ise çiftçi, burjuvaziden biri veya yine herhangi bir çocuk olabiliyor. Kimi öyküde ölüm, kahramanımız tarafından yaşından dolayı bekleniyorken kimisinde ansızın çıkageliyor. Tüm bunların yanında gerek kahramanların gerekse mekanların kısa ama keskin tasvirleri de okuru içine çekiyor. Anlatılmak istenenler kuru gürültüye gitmiyor.

İlk öyküyü okurken, kahramanımız Kont hazretlerini ve hastalığını okudukça akla İvan İlyiç geliyor. Fakat kahramanımız İvan İlyiç’in aksine ölümü mertçe karşılıyor. Kendi usüllerince cenaze merasimi yapılıyor. Bu noktada öykünün asıl vermek istediği ironi ortaya çıkıyor. Cenaze merasimi sırasında dualar edilirken bir yandan dünyevi sohbetler, kahkahalar göğe karışıyor. Ne kadar da tanıdık değil mi?

Anlatılan Senin Hikayen

Birkaç ay önce, Kurban Bayramı’ndan bir hafta önce ben de benzerini yaşadım. Vefat eden amcam. Cenaze, rahmetlinin evine son bir helallik için getiriliyor. Ev ahalisi helallik veriyor ve doğru mezarlığa gidiyoruz. Mezarlıkta insan kalabalığı. Amcamın seveni, ahbabı çok. Bir ara bunalıp kendimi gerilere atıyorum ve duyduklarımdan korkup daha geriye kaçıyorum. Çünkü duyduklarım tamamen dünyevi, dahası kahvehane muhabbetleri. Oysa birkaç adım ileride canları yanan insanlar var. Sözde oradaki herkes merhuma son görevini yapmak için bile isteye toplanmışlardı. Arkada ise futbol muhabbeti yapıp gülen, oraya ne için geldiğini dahi unutan insanlar… Sayfalar ilerledikçe aynı sözü içimden fısıldıyorum. “Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayen!”

Zola, bu öykü ve kitaptaki diğer öykülerinde tüm bunlardan bahsederken bir anlamda psikolojiden sosyolojiye birçok alana da el atıyor. Göndermelerde bulunuyor. İnsanların cimrilikleri, vurdumduymazlıkları, gösteriş için yaptıkları veya sürekli ertelemeleri ve tüm bunlar yaşanırken ölümün de rahatça kol gezmesi öykülerin ana temasına dönüşüyor. Denilebilir ki ölüm gerçeği karşısında insan davranışlarının bir tür panoramasını çıkarıyor. Bunu yaparken de öykülerin bir nefeste bitecek kadar kısa aynı zamanda akılda ve kalpte yankı uyandıracak kadar da derin olmasına özen gösteriyor.

Bu yazıyı paylaş
Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?