Abdullah Harmancı
Recep Seyhan beşinci öykü kitabını çıkardı: Zongo’nun Değirmeni. Recep Seyhan adını ilk defa Çiçekler Kesmişti Selamı (1990) adlı eseriyle duymuştum. Araya uzun seneler girmiş. Yazar 2019’daki bu eserine gelene kadar, hangi aşamalardan geçti, neler yazdı, neleri yok etti, otuz senelik süreçte “yazı cehenneminde” hangi yaşantılarla bugünlere ulaştı?
Keşke bütün yazarlar bu aşamaları uzun uzun aktaran yazılar yazsalar. Yazı yolundaki yürüyüşlerini bizlere açsalar. Yazı serüvenlerinin bütün boyutlarını ama özellikle metinlerine zaman içinde bakışlarının nasıl değiştiğini yahut değişip değişmediğini gösterseler. Otuz sene, dile kolay, acaba Recep Seyhan için hangi aşamaları içine aldı, neleri dışta bıraktı?
Taşrada Gündelik Hayat
Zongo’nun Değirmeni, öncelikle yazarın kırsal hayatına olan vukufunu açık ediyor. Kırsal insanlarının gündelik yaşantıları, konuşmaları, davranışları, kelime hazineleri, dünyaya bakışları inandırıcı bir biçimde bize ulaştırılıyor. Bu kırsal katmanından ayrı olarak yazarın bir de masal, efsane, menkıbe gibi anlatılardan yararlanarak bunları modern dünya dekoru içinde geçen öykülerine eklemlediğini görüyoruz. Çağımızın çerçevelediği bir dünya akıp giderken, bu dünyaya, anlatılan veya anımsanan bir geleneksel anlatı eşlik ediyor. Hatta bazen ana anlatı olarak metinde yerini alıyor. Recep Seyhan, ayrıca, dindar insanların dünyalarını hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, soğukkanlılıkla yansıtıyor. Hafızlık yapan gençler, ibadet sahneleri doğal bir akış içerisinde veriliyor.
Yazarın özellikle kırsal hayatını sahnelerken, kırsala ait kelimeleri, kavramları, terimleri vermek noktasında yani “dil”i yakalama konusunda da mahir olduğunu görüyoruz. Bazen bu ustalık kırsal alandan, eski zamanların, eski dünyaların insanlarına özgü bazı detaylara uzanıyor. Zongo ve değirmeni anlatılırken, bugün artık tamamen unutulmuş, değirmencilik mesleğine ilişkin deyimler ve iptidai bilgiler okurun metnin atmosferine dahil olmasına yardımcı oluyor.
Portreleme Yöntemi
Seyhan, hemen bütün metinlerinde portreleme yöntemini kullanıyor. Özellikle “Delifişek” öyküsünde bıçkın bir delikanlıyı şahıslaştırırken portreleme konusunda ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Anlattığı kişileri hayata ve bizim zihnimize eklemlemekte, onları yaşatmakta oldukça iyi. “Ölü Sesleri Korosu” öyküsünün başkişisi, kafası biraz “eserli” olan meslek hocasının portrelenmesi de aynı şekilde yazarın kişileştirme başarısını gösteriyor. Bu esnada, marazilik, yazarın portrelerinde sık sık karşımıza çıkan bir özellik. Marazi özellikler gösteren veya toplumun onaylamadığı tiplemeleri ön plana alıyor yazar. Onların çevresinde oluşan merak halesinin içine okuru davet ediyor. Bu merak unsuru anlatının izini sürmemizi kolaylaştırıyor. Kitabın ilk anlatısında, yazarın “öykü” türünün imkanlarını zorlayarak metni farklı kişi veya benzeri unsurlarla dallandırıp budaklandırmaya çalışması okurun metni takibini zorlaştırıyor. Elbette kitaba adını veren metin bir “uzun öykü” olarak da ele alınabilir. Ama uzun öykü de sonuçta bir öyküdür ve tek bir hat üzerinde ilerlemesi beklenir. Daha doğrusu romanla öykünün çekirdekten çıkıp çatallanıp büyümeleri –olay örgüsünün dallanıp budaklanması- esnasında olup bitenler, iki tür arasındaki temel farka işaret eder. Biri “an”a odaklanır; diğeri “an”lara, olaylara, kişilere. Ve bunların örülmesi, romanda daha büyük bir karmaşıklık içerir. Kitapla aynı adı taşıyan öykü, bu noktada yazarın daha uzun öyküler ve belki de roman yazacağının işaretlerini veriyor.