OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Kitap İmha Harekâtı Hagana Hugana Kitabo Vuro

Rasim Özdenören

Başlıktaki ibare müteveffa karikatürist Altan Erbulak’ın 1950’li yıllardaki bir karikatüründen ilham alınarak söylenmiştir. Gazetecilere baskı uygulandığı, yasaklar getirildiği bir dönemde çizilmiş bir karikatürdü. Afrika yerlileri, ki o dönemde Amerika filmlerinin yaygın biçimde vahşi olarak tanıttığı kıtanın zavallı yamyamları (!), bir gazeteciyi yakalamışlar, ellerinde topuzlar, onu birbirine göstererek böyle bağrışıyorlardı: “Hagana hugana gazzeto vuro!”

Heraklitos yakılarak idam edilmişti. Sokrat’ın da yayımlanmış kitabı olmadığı için doğrudan şahsı hedef alınmış, baldıran zehri içmek suretiyle idamına hükmedilmişti. Asr-ı Saadet’te de Kur’an henüz sayfalar halin- de toplanmadığından iki türlü yasak uygulanıyordu. Birisi, doğrudan şahıslara baskı ve şiddet uygulama yöntemiydi. İkinci yöntem ise, Kur’an’ın sesli olarak okunması yasaklanmak suretiyle uygulanıyordu.

Okudu Diye Dili Kesildi

Galileo engizisyon tarafından yargılanmıştı. Galileo’nun başına gelenleri gören Descartes, ülke- sinde oturmamış, ömrü boyunca oradan oraya gezgin hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. Şiddet, yalnızca kitap yazana ve basana değil, yerine göre okuyana da uygulanmaktan geri durulmamıştır. Nitekim 18. yüzyılda, Fransız İhtilâli sırasında genç şövalye La Barre, Voltaire’in Felsefe Sözlüğü gibi sakıncalı bir kitap okuduğu için suçlanır ve tüyler ürpertici bir cezaya çarptırılır: İlkin dili koparılır, sonra başı gövdesinden ayrılır ve cesedi yakılır.

Evet, kitap imha etmenin biricik yolunun yakma olmadığını söylüyoruz. Başka yollardan da kitap imha etmek mümkün. Fakat düşünüyorum da en etkili yol yakmak. Küllerini de Boğaziçi’ne savurursun. Cumhuriyet’ten sonra bizde kitap imha işlemleri en yaygın biçimde as- keri darbelerden sonra gerçekleştirildi. O dönemlerde kitabı yalnızca resmi görevliler değil, bizzat kitap sahipleri de imha etmekten geri durmadı.

Kitaptan Turşu Olur mu?

Örneğin 1960 askeri darbesin- de, bir arkadaşımın Büyük Doğu dergilerini avlusuna gömdüğü- nü biliyorum Maraş’ta. O sokakta arama yapılacağına ilişkin bir haber çıkmış, evde tehlikeli madde olarak Büyük Doğu koleksiyonu var. Korku bacayı sarınca alınacak tedbirler akla gelebilir. Evi terk etmek gibi. Ancak bu, kökten bir tedbir değil, çünkü ev aranmamış olduğu için bir kere daha kapı vurula- bilir, açılmazsa görevliler kapıyı balyozla yıkıp içeriye girebilir. 28 Şubat sürecinde o zaman- ki görevliler, kapıları balyozla devirip içeriye girebiliyordu. Girmekle kalmayıp banyodaki ev sakinini banyo kıyafetiyle hole buyur edip, gazetecilere teşhir ediyor, onlar da adamın peştemalini orasından burasın- dan çekiştirerek kendilerine göre uygun bir poz ayarlamaya çalışıyordu. Neyse, demem o ki, evi terk etmekle belki bir seferliğine kurtuluşu yakalayabilirsin, ama ikinci seferinde kapı nasıl olsa balyozla devirilerek girilir ve kitaplar şıpın işi bulunur. Ondan sonra, al başına belayı. Arkadaşım bunu bildiği için başka kitaplarının yanında Büyük Doğu koleksiyonunu da avlunun izbe bir köşesine gömmüş. Birkaç yıl sonra korku yavaş yavaş dağılmaya başladığında dergi koleksiyonunu ve öteki kitapları gömdüğü yerden çıkartmak istemiş, ama ne görsün? Kitaplar yok. Kitaplar turşu olmuş.

Kızıl Devrim, Eflatun Devlet

12 Mart (1971) sürecinde de bu türden ilginç olaylar yaşanmıştı. Haberin kaynağı kim, bilmiyorum. Fakat Aziz Nesin’lik bir iş olduğu belli. Polis evde sol kitaplar ararken bir kitap kalıyor, adı: Eflatun Devlet. Yani imza Eflatun (Platon), kitabın adı da.

Polis kitabı eline geçirince gale- yana geliyor: “Vay köftehor, biz kızıl devletten illallah derken, siz daha öteye geçip eflatun devletin ardına düşmüşsünüz.” Kitap sahibini derdest edip götürüyorlar.

İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılma efsanesini (daha iyi tanımlamayla fitne diyelim) işitmeyen yoktur sanırım. Mısır fatihi Amr, içinde 300.000 ciltten fazla eser bulunan İskenderiye Kütüphanesi’ndeki kitaplar hakkında ne suretle muamele olunması gerektiğini Hz. Ömer’den sormuş, Hz. Ömer de rivayete göre şu cevabı vermiş: “Bu kitaplar ya Kur’an’a uygundur, o halde faydasızdır; yahut Kur’an’a uygun değildir, zıttır, o halde tehlikelidir. Binaenaleyh bunları yakmalıdır.” Ancak, bu iddiaya müsteşrik Baron Carra de Vaux şöyle bir itiraz serd ediyor ve diyor ki:

“Bu rivayetin doğruya benzemezliği besbellidir, zira Mısır fethi vuku bulduğu devirde kitapların manastırlarda hıfzı mutattır, halbuki Müslümanlar manastırlara riayet ederlerdi; bundan başka o devirde Kur’an henüz neşrolunmamıştı; fazla olarak, o zamanlarda skolastik denilen safsatalı felsefe ve mantık usulü Araplarca meçhuldü. Binaenaleyh zikri geçen rivayeti Hıristiyanlar uydurmuş olsalar gerektir.” (A. Reşit Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku, İ.Ü. Hukuk Fakültesi Y. İst. 1944, s. 43, 82 nolu dipnot). Bura- da Carra de Vaux’nun iki farklı dünyasındaki muhakeme tarzına değinerek oluşturduğu delil, bence, başka her türlü delilin üstünde yer alır ve muteberdir. O günün şartlarında, yani yaklaşık bin dört yüz yıl önce, muazzam bir servet olan 300.000 küsur ciltlik eserin yakılmak suretiyle imha edilmesi, kim yaparsa yapsın, gerçekten idraki durduracak ölçüdedir.

Kitabı Yuttu

Kitap yazana verilen cezaların tarihteki en ilgi çekici olanlarından biri Çarlık Rusya’sında vuku bulmuştur. 1819 yılında bir Rus yazarı, Çar 1. Aleksandr’ı eleştiren bir kitap yazmıştı. Çar’a hakaretten yargılanan yazar, mahkemece suçlu bulunarak layık olduğu cezaya çarptırıldı: Yazdığı kitabın her sayfasını yiyecekti. İlgili makamlar Moskova’nın bir sokağına bir darağacı kurduttular. İmparatorluğun en yüksek hakimi orada, darağacının altında, söz konusu kitabı eline aldı, birinci sayfayı kopartarak yuvarladı ve talihsiz yazara ikram etti. Yazar, infazın birinci günü, bu yoldan kitabın hemen hemen yarısını yedi. Sonra yeme işi biraz yavaşladı. Ama neticede kitabın tamamını üç günde yiyip bitirdi. Bu işkenceden sonra Kitap yazana verilen cezaların tarihteki en ilgi çekici olanlarından biri Çarlık Rusya’sında vuku bulmuştur. 1819 yılında bir Rus yazarı, Çar 1. Aleksandr’ı eleştiren bir kitap yazmıştı. Çar’a hakaretten yargılanan yazar, mahkemece suçlu bulunarak layık olduğu cezaya çarptırıldı: Yazdığı kitabın her sayfasını yiyecekti. İlgili makamlar Moskova’nın bir sokağına bir darağacı kurduttular. İmparatorluğun en yüksek hakimi orada, darağacının altında, söz konusu kitabı eline aldı, birinci sayfayı kopartarak yuvarladı ve talihsiz yazara ikram etti. Yazar, infazın birinci günü, bu yoldan kitabın hemen hemen yarısını yedi. Sonra yeme işi biraz yavaşladı. Ama neticede kitabın tamamını üç günde yiyip bitirdi. Bu işkenceden sonra hayatta kalmayı başardıysa da, eline kalem almayı bir daha başaramadı.

Bazıları İçin Kitap Silahtan Daha Tehlikeli

Aslında, bu kitap yakma veya kitap yüzünden kişiyi cezalandırma işi gerçekten ilginç. Kitap okumak, diyelim ki silah kullanmak gibi bir suç olsun. Bu suçu irtikap eden kimsenin cezalandırılması için okuma fiiline hükmedilen cezanın yasada yer alması gerekir. O fiil yasada yer almıyorsa, ona biçilecek bir ceza hükmü de yok demektir. Öte yandan diyelim ki, herhangi bir kitabın okunması yasaklandı, bu yasak idari merciden geliyorsa o yasağı ihlal eden kişiye cezai hüküm verilemez. Olsa olsa ya- saklanmış kitabın müsaderesi cihetine gidilir. Yasak ortadan kalkınca da müsadere edilmiş olan mal (alet, edevat) sahibine iade edilir. Fakat iş kitaba gelince, kitap yakılıyor, yani ortadan kaldırılıyor. Oysa müsadere edilmiş olan silah ortadan kaldırılmıyor. Demek, kitap, bazılarının gözünde silahtan bile tehlikeli sayılıyor. Bu tür yasaklar, yasaklamalar, isterse yazar veya çevirmen kendi kendini sansürlemiş olsun, benim tüylerimi diken diken ediyor. Yazarın serbestçe düşünmesini yasaklamak veya ona herhangi bir gerekçeyle karşı çıkmak veya onu yönlendirmek veya baskı altında tutmak adına totaliter önlemleri yardıma çağırmak aslında acizlikten başka bir şey değildir. Kaldı ki, bugüne kadar, hangi suretle olursa olsun, yasaklanan bir fikrin yasaklandı diye gün yüzüne çıkmadığı vaki değildir. Yasaklanan fikir günün birinde ortaya çıkar, fakat onu yasaklayanlar, kendi utanç dairelerinin içinde ebediyen unutulmuşluğa mahkûm olup gider.

Bu yazıyı paylaş
Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?