Necip Tosun
Benim yazarlarım köşesinin bu sayıdaki konuğu; öykücü, yazar Necip Tosun. Yazı dünyasını inşaa ederken etkilendiği yazarlardan ve benim yazarlarım derken kastettiğimizin aslında kim olduğundan söz ediyor.
Okuma serüvenim bir anlamda yazma serüvenimi de doğurdu. Bunun bilinçli bir seçimden çok bir nasip ile ilgili olduğunu düşünüyorum. İlkokulda öğretmenimin yönlendirmesiyle Halk Kütüphanesine gitmeye başladım. Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının tümünü içim acıyarak burada okudum. Okuma sevgimi Tuğcu’ya borçluyum diyebilirim. Ortaokul ve lise yıllarında çoğu bilinçsiz, edebi, dini, siyasi kitapları seçme yapmadan ama yoğun okuduğumu hatırlıyorum. O dönemde, yetmişlerin siyasi atmosferinin bir yansıması olarak ideolojik yansımalı kitaplar başucumdaydı.
On iki-on üç yaşımdan beri tuttuğum film defterlerim var. Buraya izlediğim filmlerle ilgili düşüncelerimi yazar, sevdiğim filmleri beğenime göre sıralardım. Ortaokul ve lisede yazdığım kompozisyonlar hocalarımın ilgisini çekerdi. Lisede kültür edebiyat kolu başkanlığı ve geceler, anma günleri etkinlikleri, duvar yazıları… Ama hepsi bilinçsiz uğraşılardı. Daha sonraları neredeyse el yordamıyla Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’i keşfettim. Diriliş Neslinin Amentüsü ve İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü adlı kitapları lise yıllarında okudum ve çok etkilendim. Ardından bu yönelimim beni MTTB’ye götürdü. Kitap okuma alışkanlığı ve yazı denemelerim bu ideolojik duruş paralelinde gelişti. MTTB ile okumak neredeyse aynı şey demekti. Nuri Pakdil’in çıkardığı Edebiyat dergisini ilk kez burada gördüm. Arkasından Mavera dergisini tanıdım ve lisede Akabe yayınlarının tümünü okudum.
Nereden Başlayacaktık?
Ankara’daki üniversite yıllarım okuma ve edebiyat hayatımın dönüm noktasıydı. Çok hareketli bir edebiyat ortamının içerisinde bulmuştum kendimi. Sanat ve edebiyata ilgili bir arkadaş grubunun içindeydim. Bu arkadaşlarla edebiyata yeni adım atmış gençler olarak, neyi, kimi okuyacak, nereden başlayacaktık, bu türün öncüleri kimlerdi sürekli bunu tartışırdık. Çünkü önümüzde çok sınırlı bir kaynak, çalışma, araştırma vardı. Bunların önemli bir bölümü de tek yanlı bakış açısını yansıtmaktaydı.
Y
Bir yandan dünya yazarlarını izliyor bir yandan da keşfettiğimiz öykücüleri hararetle birbirimize müjdeliyorduk. Bu hem birbirimizi yönlendiren hem de öykü ufkumuzu açan bir işlev görüyordu. Daha sonra bu arkadaş grubuyla birlikte ya da ayrı ayrı Mavera, Aylık Dergi ve Kayıtlar’da ulaştığımız öncüleri, birikimleri yansıtmaya çalıştık.
Bu nedenle okuma serüvenimin, yazma serüvenimin bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Ancak ben çoğunlukla düzensiz bir okuma yerine, yazacaklarıma katkısı olacak, onları zenginleştirecek bir okuma süreci izledim. Ama bendeki kalıcı kitaplar hem sevdiğim hem de yazma bilinci anlamında bir şeyler öğrendiklerim oldu. Bu bağlamda Virginia Woolf’un Dalgalar’ı, Katherine Mansfield’ın Ölü Albay’ın Kızları, Michel Butor’un Değişme’si, Wolfgang Borchert’in Bu Salı’sı, Elsa Triolet’nin Gün Doğarken Bülbül Susar’ı, Rainer Maria Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları, Ingeborg Bachmann‘ın Malina’sı, Truman Capote’nin Gece Ağacı benim her zaman yol göstericim, dönüp dönüp okuduğum, etkilendiğim el kitaplarım olmuştur. Bu kitaplarda çarpıcı bir insani zenginlik, varoluşsal bir hesaplaşma, nesnelerin ruhuna nüfuz ediş
vardı. Öte yandan şiirsellik/ritim, dil tutumu, bakış açısı farklılığı dikkat çekiciydi. Kitaplardaki yoğunluk ve zengin imgelerle oluşturulmuş göstermenin şiiriyetinden büyülenmemek elde değildi. Dediğim gibi, okumalarım her zaman öykü yazma serüvenimin bir parçasıydı.
İşte Bu!
Ne var ki okuma/yazı hayatımın dönüm noktası Virginia Woolf ’un Dalgalar kitabıyla karşılaşmam olmuştur. Kitap, Milliyet Yayınları’ndan çıkmıştı ve çevirmeni de Oya Özay’dı. Dalgalar’ı okuduğumda, “Tamam, işte bu!” demiştim. Bu romanda beni çeken, anlatılan şeyden, olaydan ziyade; akışkanlık, ritim, şiirsellik ve o an rastladığım yepyeni bir bakış açısıydı. Bu yeni bakış açısı, kitabın kapağında da belirtilen “bilinç akımı” tekniğiydi. O günden bugüne, bilinç akışı tekniği, bana öyküde hep müthiş bir imkan olarak görünmüştür. Sonra, Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve diğerleri…
Ardından bilinç akımını kullanan yazarları keşfim başlamıştı. James Joyce’un Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi ve çok sonraları Ulysses, William Faulkner’in Ses ve Öfke’si… Bir de Yeni Romancılar. Alain Robbe-Grillet’nin, Marguerite Duras’ın, Nathalie Sarraute’nin önerdiği tasvirlerle yüklü, tasvirlerle yoğunlaştırılmış anlatı tekniğini ilgiyle izlemiştim.
Kırıkkale’de “taşra sıkıntısı” yaşarken, Suç ve Ceza’yı okumuş, herkes gibi ben de sokak aralarında bir Raskolnikov olarak dolaşmıştım. Her zaman başyapıtım olan Lev Tolstoy’un Anna Karenina’sının hiçbir zaman aşılamayacağını düşünüyorum. Elias Cannetti’nin Körleşme’sinde Prof. Kien’in fildişi kulesinde körleşme serüveni karşısında sarsılmıştım. Bana göre, Körleşme, “kitap” üzerine yazılmış başyapıtlardan biriydi.
Oscar Wilde’nin Dorian Gray’in Portresi defalarca okuduğum kitaplar arasında oldu. Nikos Kazancakis’in El Greko’ya Mektuplar’daki şiirsel dile çok özenmiştim. Herman Melville’nin Moby Dick’ini sevgiyle anmalıyım. Saint-Exupery’in Savaş Pilotu’nu, Knut Hamsun’un Pan ve Açlık’ını yirmili yaşlarda niçin sevdiğimi anlayabiliyorum.
Askerde, parkamın cebinde Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı vardı. Roman henüz bu denli kült olmamıştı. Yıllar sonra arkadaşlarım anlatıyor, en büyük rüyam bu romanı filme çekmekmiş.
Tanpınar’ın Birikimi Karşısında
Umutsuzluktan olacak hayalini bile unutmuşum. Mehmet Rauf ’un Eylül’ünü ise hep Türk romanının ilk onunda görürüm. Yıllarca uzak durduğum Peyami Safa, Tarık Buğra ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuduğumda ise nasıl bir utanç ve çarpılma yaşadığımı unutamam: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Küçük Ağa ve Huzur. Elimde Huzur, İstanbul sokaklarında dolaşırken, Tanpınar’ın birikimi karşısında ağır bir “eziklik” yaşadığımı hatırlıyorum.
Edgar Allan Poe’nun korku/ fantastik, Anton Çehov’un minimalist/yalın, Franz Kafka’nın kırık/boğuk, Jorge Luis Borges/ Carlos Fuentes/Gabriel Garcia Marquez’un düşsel/büyülü, Ernest Hemingway’in özgür/maceracı, İtalio Calvino’nun deneysel/ masalsı dünyası kimi olsa etkilerdi. Ayrıca Nikolay Gogol, Guy de Maupassant, Thomas Mann, Robert Musil, Marcel Proust, Dos Passos, Julio Cortázar benim yazarlarım oldular.Deneysel öykücülüğümüzün en ileri noktalarından biri olan Bilge Karasu’nun Kısmet Büfesi’nden çok şey öğrendim. Bu bağlamda Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu, Hulki Aktunç, Tomris Uyar,
Nursel Duruel ve Sevim Burak gibi dilde, biçimde özgünlük arayışı içerisinde olmuş, öykücülüğümüze entelektüel bir düzey, felsefi bir derinlik getirmiş yazarlarımızı beğeniyle okudum.
Edebiyata, birikimlerimize, ayırıcı değil kuşatıcı bir bütünlükle bakabilen ve yazarlık serüveni boyunca, Türk ve dünya edebiyatını özümseyerek yeni bir değer üretme çabası içerisinde olan Selim İleri’nin neredeyse her yazdığını dikkatle okudum. Destan Gönüller ve Dostlukların Son Günü favori kitaplarım oldu. Rasim Özdenören’in Hastalar ve Işıklar, Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikaye, Murathan Mungan’ın ilk öykülerinden oluşan Son İstanbul kitaplarının Türk öykücülüğünün önemli yapıtları olduğunu düşünüyorum. Ahmet Kekeç’in Son İyi Şeyler bende önemini ve değerini hâlâ koruyor. Sabahattin Kudret Aksal, Ümran Nazif Yiğiter, Samet Ağaoğlu, Feyyaz Kayacan, Ayhan Bozfırat, Kamuran Şipal’in ise yeterince hakkının teslim edilmediğine üzülüyorum.
“Yaşamak” Kitabı Zarifoğlu’nun En Büyük Şiiri
Şiirlere gelince… Sezai Karakoç’un yüzyılın en büyük şairlerinden biri olduğu kanısındayım. Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer herkes gibi benim de sevdiğim şairlerim. İsmet Özel’in Erbain’i hep “benim kitaplarım”dan biri oldu. Özel’e karşı uzun süreç içerisinde her uç noktaya da giden taşkın yargılara aldırmadan, Özel’le aynı çağda yaşamaktan hep mutluluk, kıvanç duydum. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak kitabının onun en büyük şiiri olduğunu düşündüm hep. Öğrenciliğimde kendisini ziyaret ettiğimde Zarifoğlu sadece “sözlük” okumamı önermişti. Önce şaka zannettiğim bu sözün haklılığını yıllar sonra kavrayabildim. Kendi kuşağımdan Hüseyin Atlansoy’un Kaçak Yolcu, Osman Konuk’un Seni Yalnız Ben Anlarım, Akif Kurtuluş’un Yalan Şiirler kitapları elimin altında oldu.
Okuma, yazma serüvenim boyunca belli bir disiplin ve kural- la çalıştığım için rastgele kitap okuma alışkanlığım hiç olmadı. Her zaman çalıştığım veya ilgilendiğim bir konunun gerektirdiği kitapları okurum. Uzun zamana yaydığım kitap çalışmalarımın bir parçası olarak o kitapları toplar, biriktirir sonra yazdığım kitabın gereği ise okuma sırasına koyarım. Güncel kitapları alırım, bu kitaplar çalışmalarımla ilgiliyse öncelikle okurum değilse güncel olduğu için o kitabı okumam. Ancak benim bu durumum keyifli bir okuma serüveni değil. Zevksiz, sıkıcı ve bunaltıcı. Bu yüzden bazen kitaplığıma bakıp rastgele bir kitabı alıp okumak sonra onu yarım bırakıp bir başka kitaba geçmek, herhangi bir yazı ya da not alma gereği duymadan zevkle kitap okumak istiyorum. Ama hayatım boyunca böyle bir dönemim olmadı. Çantamda, iş yerinde, evdeki çalışma masamda hep “ödev kitaplarım” oldu…