OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Kokluyorum, Öyleyse Varım

Turgay Bakırtaş

Zihnimizin kokuyla ilişkisinin birkaç ilginç yönü var. Bunlardan ilki, kokunun yoğunluğu ile onu “güzel” ya da “çirkin” olarak algılamamızdaki ilişki. Örneğin “indole” denilen molekül hem beyaz yapraklı çiçeklerde hem de çürümüş ette bulunuyor. Bu molekülü yoğun olarak kokladığımızda rahatsız olurken, binde bir oranında seyreltildiğinde bir çiçek kokluyormuş hissi yaşıyoruz.

“Avrupalılara yıkanmayı biz öğrettik abi, pisliğin içinde yaşıyordu herifler.” Hayatım boyunca sayısız kez duyduğum bir klişe bu. Genellikle kaynağı belirsiz ezberlere dayanıyor, evet, ama gerçeklere işaret eden yanı da yok değil. 

1800’lerin ilk yarısında başlayan Sanayi Devrimi sonrası, başta Londra olmak üzere Avrupa şehirlerinin nüfusu hızla iki-üç katına çıktı. Böylesi bir nüfus artışına hazır olmadıkları için, halihazırdaki yetersiz altyapıya yüzlerce büyük fabrikanın atık ve dumanları ile çöp yığınları eklenince sokaklar yürünmez bir hal aldı.

“Altyapı” dediysem, bugünkü gibi sistemler gelmesin akla. İngilizler alışkanlıkları gereği tuvaletlerini kapların içine yapıyor, sonra bunları doğruca sokağa ya da bu iş için açılmış çukurlara atıyordu. Sanayi devrimine kadar sorun edilmeyen bu durum, nüfus patlamasıyla birlikte (ölen hayvanların sokaklarda çürümesiyle oluşan kokuyu da ekleyin) dayanma sınırının fersah fersah üstüne çıktı. 1858 yılında, Londra’da yer alan İngiliz Parlamentosu’nun yerinin değiştirilmesi dahi teklif edildi ve bu yıl tarihe “The Great Stink of 1858” (1858’in Müthiş Kötü Kokusu) olarak geçti.

İşin tuhafı, İngilizler artık katlanamadıkları bu kokuya ve Thames Nehri’nin üzerinde yangınlar çıkmasına sebep olan pisliğe rağmen kıllarını kıpırdatmadı. Düşündükleri birkaç geçici çözüm ise ciddi bir işkolu olan “gübre çöpçülerinin” direnişiyle karşılaştı. Ta ki salgın hastalıklar -özellikle kolera- kitlesel ölümlere sebep oluncaya ve ölümlerin nedeninin bu rezil kepaze hal olduğu anlaşılıncaya kadar. 

Koku, Kitaba ya da Radyoya Sığar mı? 

Buraya kadar anlattıklarımı Vedat Ozan’ın dört ciltlik harikulade çalışması Kokular Kitabı’ndan öğrendim. Ozan, Türkiye’de neredeyse kimsenin üzerine eğilmediği koku alanında gerçek bir otorite. Gençlik yıllarında meraklı olduğu parfümler konusunda araştırma yaparken, bir gün “Neden kendi parfümümü kendim yapmıyorum?” diyerek işin teknik tarafıyla ilgilenmeye başlamış. İnternetten ve az sayıdaki yazılı kaynaktan öğrendikleri merakını gidermeyince konuyla ilgili akademik tezlere, bilimsel araştırmalara yönelmiş. Ozan’ın gittikçe derinleşen okuma ve araştırmaları kendisini oldukça geliştirmiş geliştirmesine ama bu kez de koku üzerine konuşacak, tartışacak kimseyi bulamamanın sıkıntısını çekmeye başlamış. 

O günlerde, Açık Radyo’nun yayın yönetmeni olan arkadaşı Jak Kohen’e “Kokunun kocaman bir tarihi, ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi var; bunları anlatacağım ve varsa benim gibi meraklılara ulaşacağım bir program yapmak istiyorum.” demiş. Bir demo kaydının ardından da programa başlamış. Kokular Kitabı serisinin iskeletini, tam 154 hafta devam eden bu program oluşturuyor işte.

Ozan, “ilk koku hafızası” denilen dönemin doğumdan sonraki kırk dakika içinde başladığını, bu sürede algılanan kokuların kızgın bir damga gibi beynimize işlenerek kişiliğimizi şekillendirdiğini söylüyor.

Soyut Algılayışımız Üzerine 

Yine kitaptan öğrendiğime göre, beş temel duyumuzdan biri olan kokuyu diğerlerinden ayıran önemli bir özellik var. Kokular, beynimizin “limbik sistem” denen bölgesinde işleniyor. Bu bölge öfke, merhamet, beğeni, saldırganlık ve haz benzeri duygularımıza da ev sahipliği yapıyor. Dokunma, görme, işitme ve tatma duyuları ise önce Thalamus’a gidiyor, orada birtakım işlemlerden geçtikten sonra limbik sisteme aktarılıyorlar. Koku, bu direkt işleyiş sebebiyle hatıralarla çok çabuk ilişkileniyor. 

Elle tutulup gözle görülmediği için genellikle soyut algılanmasına rağmen, aslında son derece somut bir şey koku. Koklama süreci -Ozan’ın cümleleriyle- şöyle işliyor: 

“Nefes alırken çevremizdeki koku kaynaklarından burnumuza süzülen koku molekülleri, hava ile birlikte burnumuzun içinden süzülerek, üst kısmındaki reseptörler, yani alıcılarla karşılaşıyor. Bu öyle sandığınız gibi pek de uzun süren bir karşılaşma -tanışma işlemi değil.- Kabaca her molekül, burada bir tekil alıcıya, sanki bir yapboz oyunu parçası gibi uyarak yerleşiyor. Bu hücreler de buradan koku algısı sinirleri (olfactory nerves) vasıtasıyla beynimize fiziksel uyarılar gönderiyor. Beynimiz de bunları hafıza veri tabanımızdan tarayarak, ne olduklarına dair bize bilgi veriyor. Kısaca, koku sistemimiz, havadaki kokuları alarak bunları sinirsel uyarılara veya mesajlara dönüştürerek beynin ön kısmındaki merkeze yolluyor.” 

Kokunun neden soyut algılandığıyla ilgili bilgiler de veriyor Ozan. Bunların en dikkat çekicisi, hayatımızdaki birçok eylemin ana belirleyicisi olan inanç faktörü. Birçok inanç sisteminde güzel kokular semavi olanla, meleklerle, peygamberlerle ilişkilendirilirken, kötü kokular günahla ve şeytanla birlikte anılıyor. Fas’ta yaşayan Berberiler arasında, gaz çıkarmak toplumsal ayıplanmanın ötesinde “melekleri kör ettiği için” utanç vesilesi sayılıyor mesela. Günnük ağacı, gül ve portakal çiçeği kokusunun ise şeytani güçleri kovarak iyiliği çağırdığına inanılıyor. 

İlk Koku Hafızası 

Zihnimizin kokuyla ilişkisinin birkaç farklı ve ilginç yönü var. Bunlardan ilki, kokunun yoğunluğu ile onu “güzel” ya da “çirkin” olarak algılamamızdaki ilişki. Örneğin “indole” denilen molekül hem beyaz yapraklı çiçeklerde hem de çürümüş ette bulunuyor. Bu molekülü yoğun olarak kokladığımızda rahatsız olurken, binde bir oranında seyreltildiğinde bir çiçek kokluyormuş hissi yaşıyoruz. 

Koku algımızla ilgili diğer bir ilginçlik ise koku hafızamızın oluşumuyla alakalı. Ozan, “ilk koku hafızası” denilen dönemin doğumdan sonraki kırk dakika içinde başladığını, bu sürede algılanan kokuların kızgın bir damga gibi beynimize işlenerek kişiliğimizi şekillendirdiğini söylüyor: 

“2007 yılında yapılan bir deneyde, bebeklere daha önce hiç duyma şansları olmadıkları yepyeni bir koku 30 dakika boyunca koklatılıyor. İki grup bebek seçiliyor bunun için. Doğumu gerçekleşeli 4 dakika olmuş bebekler ve doğumunun üzerinden 12 saat geçmiş bebekler. Birkaç gün sonra bu yeni koku tekrar koklatılarak tepkilerinden tanıyıp tanımadıkları ölçülüyor. Doğumdan hemen sonra bu yeni kokuyu duyan bütün bebekler, kokuyu hisseder hissetmez tepki vermeye başlıyor.” 

Koku Müzesi 

Ozan’ın çalışmasında kokuyla ilgili o kadar fazla detay var ki okuyucu “Sanırım mevzuyu anladım.” der demez yeniden şaşırıyor. Bu detaylar her zaman konuların akışıyla doğrudan ilgili olmuyor. Bu sorun, kitabın içine irili ufaklı kutucuklar yerleştirilerek çözülmüş. Bu kutularda müstakil olarak da okunabilen; gündelik hayata, sinemaya, edebiyata, tarihe atıf yapan ilginç metinler yer alıyor. 

O metinlerden biri “Stasi’nin Koku Müzesi”. İzleyenler hatırlar, Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) filminde dikkat çekici bir sahne vardı. Bu sahnede, sorgulanmak üzere Stasi (Alman Devlet Güvenlik Bakanlığı) merkezine çağrılan kişiler, avuç içleri aşağı bakacak şekilde elleri kalçalarının altına yerleştirilmiş olarak oturtuluyordu. Kışkırtıcı bir sorgulamanın ardından, avuç içlerinin temas ettiği kumaş hava sızdırmayan bir kavanoza yerleştirilerek etiketleniyor, sonra da “ihtiyaç halinde” kullanılmak üzere arşive kaldırılıyordu. 

Kokuyla ilişkili araştırma, radyo programı ya da kitapla sınırlı olmayan, düzenlediği “koku atölyeleri” ile insanları bu dünyanın sonu gelmez sırlarıyla tanıştıran Vedat Ozan’ın dört ciltlik eseri, Türkiye’de hâlâ kapalı kutu olan bu alana adım atmak isteyenler için mükemmel bir rehber.

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?