Kollar Sözcükler Tohumlar

Yaşlandıkça her şeyin bir sesi olduğunu anlamaya başlarız, sesimiz türlü sesler arasında bir sestir sadece. Kainat geniştir ve insanın sesi kaybolacak kadar cılızdır. Böylece kendi büyük, tek, biricik bedenimizden ayrılırız. Ve öldüğümüzde henüz hiçbir ses duymamış olduğumuzu iddia ederiz ve yeniden duymak için yeniden doğmak isteriz. Sonra ayrılığı her fark edişimizde ve bilinçlendiğimizde yeniden kendimize sarılırız.

Ayşegül Genç

“Kırılanı kırılmış onarır.”

Ursula K. Le Guin

Çocukken bir arkadaşım vardı. Kendine sarılır gibi yapar, aynayı öper, saçlarının uçlarını emer, düşen dişlerini kalemliğinde saklardı. Pembe yanakları, tombul elleri vardı. Sevimsiz bir hayatın içinde, kendisine asla şans tanımayan arkadaşları arasında ve belirsizliği ile bezdiren gelecek günlerin eşiğinde kendince bir tutunma yolu bulmuştu belki de. Kendini saklamak, kendini sarmak, kendi varlığını hissetmek için dokunmak. Sol eliyle sağ omuzunu, sağ eliyle sol omzunu tutardı. Sevgiyle. Belki de hınçla. Bu kendine sarılış, hayattan kendini çekip sarılış da olabilir. Akıp giden insanların arasında kendi kendine tutunuş da olabilir.

Benlik ve Ses

Kollarımız hem kırılmaya hem kucaklamaya meyyal yaratılmıştır. İnsan henüz bir bütünken, ikiye bölünmemiş, ayrılmamış ve kopmamışken kollarını yoklama ihtiyacı duymaz. Bebekken kendimizi annemizle bir bütün olarak görürüz; sesimiz bedenimiz, istek ve arzularımızla bir beden gibiyizdir onunla. Acıkırsak onun eli ile doyarız, ağlarsak onun eliyle gözyaşımızı sileriz, onun kollarına yaslanırız. Ergenlikte ayrılık başlar. Bu dönemde sadece kendi sesimizi duyarız. Kendi konuşmamız kendi ses tonumuzla ve bağırışlarımızla doludur, başkasını işitmeyiz bu yüzden, ilk ayrılığın acısını bastırmak için sesimiz yükseldikçe yükselir. Sonra olgunlaşırız, sesimiz alçalır, başkasının sesini duymaya başlarız. Sesimiz bizden ayrılmış ve muhatabına dokunmuştur ve o da bir karşılık vermiştir. Bu kendimizden ayrılıp başkasını tanımamız demektir. Yaşlandıkça her şeyin bir sesi olduğunu anlamaya başlarız, sesimiz türlü sesler arasında bir sestir sadece. Kainat geniştir ve insanın sesi kaybolacak kadar cılızdır. Böylece kendi büyük, tek, biricik bedenimizden ayrılırız. Ve öldüğümüzde henüz hiçbir ses duymamış olduğumuzu iddia ederiz ve yeniden duymak için yeniden doğmak isteriz. Bu bedenle bu dünyadan bir bütün olarak geçme çabamız kendimizi ölümden sonraya taşıma arzumuzdan kaynaklanır. Kırık dökük bir beden ama tam ve sağlam bir arzu.

Kolsuz Bir Kucaklama

Koridor isimli yerli bir film izlemiştim. İki yaşlı kız kardeşin aynı evde verdiği yaşam mücadelesini anlatıyordu. Kimsesizler. Evden çıkmıyorlar. Mutlak sonun kaçınılmazlığı incitici bir gerçeklikle verilmiş.  Maddi güçlük çeken bu kardeşlerden abla olan asabi, mükemmeliyetçi, becerikli. Kardeşi ise saf, çocuksu ve beceriksiz. Haliyle çatışma halindeler. Aynı yatakta uyusalar da yüz yüze hiç yatmıyorlar, sarılmıyorlar. Küçük olan ablasına ceketinin söküldüğünü söylüyor. Abla ona sürpriz yapıp bir ceket alıyor. Maddi zorluklar içinde yaşlı haliyle çıkıp bir ceket almak ve kardeşini sevindirmek yaşama tutunma çabası mı yoksa yaşama tutunan kardeşe tutunma çabası mı bilmiyorum. Ama bir kucaklaşmanın bir nesneye havale edilmesi toplumumuzda sıkça görülür. Sıkıca kucaklamak yerine başka şekillerde kucaklamalar icat edilmiştir. Kolsuz bir kucaklaşmadır hepsi de. Ama mümkündür.

Sartre’ın kendisini kelimelerle ve sözcüklerle kucaklamaya çalışması, bir kolunun güçlü bir hayal dünyasına diğer kolunun büyük bir düşünce örtüsüne dönüşmesi yaşamın vaat edilen değil imal edilen bir şey olduğu gösterir belki de insana.

Yaşam Vaat Edilen mi, İmal Edilen mi?

Sartre,  Sözcükler kitabında kendi çocukluğunu gerçekçi bir şekilde aktarır. Çocukken okuduğu kitapları, ailesini, büyükbabasını ve annesini, kitaplarla ve sözcüklerle olan olağanüstü bağını bizlere anlatır. Kitap ile ilgili yazı yazanlar onun bu kitabını anlatırken Sartre’ın yalnızlık içinde geçen çocukluğu diye bir ifade kullanırlar. Onlara göre Sartre dar çevresi yüzünden kitaplara sığınmıştır ve kendisine sözcüklerden bir dünya kurmuştur. Onlara göre bu dilsizlik ve bu kimsesizlik onu sözcüklere itmiştir. Hayatı sözcükler ve kitaplar dışında algılayanlar için bu böyle olabilir. Ama hayatı sözcükler ve kitaplar olarak algılayanlar için Sartre belki de verimli bir çocukluk geçirmiştir. Küçüklük, darlık ve yalnızlık mutluluğu tehdit eder bazılarına göre. Bazıları içinse bir kozadır sınırlar. Sartre’ın kendisini kelimelerle ve sözcüklerle kucaklamaya çalışması, bir kolunun güçlü bir hayal dünyasına diğer kolunun büyük bir düşünce örtüsüne dönüşmesi yaşamın vaat edilen değil imal edilen bir şey olduğu gösterir belki de insana. 

Çürük Bir Tohum Gibi

Bazıları için bu örneklerin pek bir anlamı yoktur. Hele de sözcüklerin. Onların ne kendilerine ne başkasına sarılma arzusu da yoktur. Sorumluluk duymadıkları için hiçbir acıyı sahiplenmezler. Orta yaşa gelseler de yaşlansalar da hala bir bebek gibi sadece kendilerini duyumsarlar. Başkası onu doyurmak için vardır, o acı çekmesin diye acı çeker diğerleri, o doysun diye çalışır herkes. Altından kalkamayacağı sorumluluklar için sorumlu insanlar bulundururlar etraflarında. Bir düğüm bir çözüm, bir yükseliş bir düşüş, bir kabarma bir çöküş yoktur. Elleri kolları içlerinde kalır böylece. Bir koza gibi değil çürük bir tohum gibi. 

Aradığımız Diğer Kolumuz

Bir de arayanlar vardır. Onlar için kolun biri mümkündür, koşulsuz, ışıklı ve açıktır. Diğer kol imkânsız, sınırlı, boş ve hissizdir. Kolun biri yasadışı, kaypak, kaçıcı ve uçucudur, diğeri kuralcı korunaklı, yuva gibidir. Kolun biri kırıktır, biri alabildiğine uzun ve şefkatlidir. Arayış içindekiler de bu yüzden bir türlü sarılamazlar kendilerine. Her kol bir soru gibi uzanır kendi bedenlerine, bir cevap gibi karşılanmaz çoğu zaman da. Başka birini bu yüzden ararlar. Bir cevap olsun, bir uzanış olsun, bir teskin ediş olsun diye.   Uzun ve şefkatli kol, kırık kolların üzerinden geçerek ve muhakkak iyileştirerek kucaklamanın en alasını başkasının yardımı ile de olsa gerçekleştirebilsin diye. İyilik yapmak için aradığımız insanlar, aradığımız diğer kolumuzdan başka bir şey değildir bu açıdan.

İnsanın Dünyadaki Düzeltici Rolü

Ne zaman deprem bölgesine doğru yüzümü çevirsem çocukluk arkadaşım geliyor aklıma. Umudunu kesmiş ve kendisine sarılmış bir kız çocuğu. Enkazın içerisinde, deprem bölgesinde, ceset torbalarının önünde o meşhur ifade ile cenin pozisyonunda dizlerine sarılıp kalmış insanların, kendi bedeni ile bu dünyada yapayalnız kalmış insanların, yeniden doğuş için başkasının kollarına ihtiyaç duyacaklarını düşünmek zor değil elbette. Ama asıl idrak etmemiz gereken bizim yeniden doğabilmemiz ve bir bütün olarak bu dünyadan geçebilmemiz için onların kollarına ihtiyacımızın olduğu.

Yazının tamamını Okur’un 30. sayısında bulabilirsiniz: https://www.okurdergisi.com/okuru-nerede-bulabilirsiniz/

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir