Karakterlerin kendi aralarındaki mektuplaşmaları dahil hiçbir şey açıktan yazılmıyor. Daha doğrusu, belli ki yazılamıyor. Diktatörlüğün saldığı korkuyu derinden hissetmeyelim, onlar gibi yaşamayalım diye hisler kelimelerin ardına saklanmış.
Rumeysa Betül Tuncay
Bundan yıllar önce siyaset yaşamın her alanına nüfuz ediyor, insan davranışlarını bile belirliyormuş. Krallar, yöneticiler ne derse o oluyor; kimin ölmesi, kimin yaşaması gerektiğine karar verecek kudrete sahiplermiş. Söylediklerim çok uzak geçmişte veya gerçeklikten uzak masallar değil.
Geçtiğimiz günlerde siyasi rejim yasakladığı halde İran’da saçları gözüktüğü için öldürülen bir kadının haberini okuduk. Türkiye’de yirmi yıl öncesine kadar devlet hemen hemen her yerdeki kılık kıyafete karışıyor, “makbul” olanı belirliyordu. Kadınların başörtüsü takarak okula gitmesine veya çalışmasına izin yoktu. İzin diyorum, evet izin.
1965-1989 yılları arasındaki Çavuşesku Romanya’sı bizim tahayyülümüzden daha fazlasıymış. Doğan her çocuğun devletin malı olduğu düşüncesini savunan Nikolay Çavuşesku öyle böyle bir diktatör değilmiş. Edindiğim bilgiler internetteki arama motorundan olabilir fakat o dönemi anlatan bir kitap var ki öğrendiğim bilgilerden çok daha fazlası, siyasi rejimin saldığı korku atmosferini derinden hissettiriyor: Yürekteki Hayvan.
İsyan mı Vazgeçiş mi?
Diktatörlük rejiminin içinde büyüyen, zorluklarını bizzat yaşayan Herta Müller’in yarı otobiyografik romanı üniversite yurdunda intihar eden bir kızın ardından başlayan dört arkadaşın dostluğunu ve siyasi rejime karşı sessiz direnişlerini konu alıyor. İsimsiz anlatıcı, oda arkadaşı Lola’nın intiharından sonra toparlayamaz. Kendisi gibi intiharın etkisinde kalan ve Lola’yı diğerleri gibi bir çırpıda unutmayan Edgar, Kurt ve Georg ile tanışıyor. Baskı rejimine rağmen yeşeren bu gizli dostluğun öyküsünü okuyoruz kalan satırlarda ama Lola’nın gölgesi hiçbir zaman gitmiyor.
Her şeyin tekdüze devam ettiği, sürüdeki koyunlar gibi yaşadıkları bir ortamda birinin kendi isteğiyle yaşamına son vermesi bir dönüm noktası gibi. Yasak olduğu için kimse yaşamından memnuniyetsizliğini söyleyemiyor. Ama bir intihar gizli olanı ortaya apaçık çıkarıyor. Öyleyse, Lola’nın intiharı bir isyan mıydı yoksa vazgeçiş mi?
Dört arkadaşın uzun bir süre yaşamaktan vazgeçememesinin bir nedeni de birbirlerine tutunmaları. Sadece arkalarında arkadaşlarını bırakmamak için hayatlarını sonlandırmadılar. Aslında anlatıcıdan da anladığımız üzere en çok istedikleri şey bu korkunun, baskının sona ermesi; her şeyin bitmesiydi.
Metaforların Ardındaki Çarpıcı Gerçek
Genelde yazılanlar okuyucuya hissi tam verdiğinde, doğrudan “oradaymış gibi” hissettirdiğinde başarılı sayılır. Oysaki Müller kasvet dolu hikayesinin ucunu, bucağını, her yerini metaforlarla bezemiş. Karakterlerin kendi aralarındaki mektuplaşmaları dahil hiçbir şey açıktan yazılmıyor. Daha doğrusu, belli ki yazılamıyor. Diktatörlüğün saldığı korkuyu derinden hissetmeyelim, onlar gibi yaşamayalım diye hisler kelimelerin ardına saklanmış. Koyun başka kavun başka anlama geliyor, virgülün bile başka bir anlamı var. Bunun bence iki nedeni var: Otobiyografik izler taşıyan romanda yazar o dönemin havasını tam yansıtmış. Her şeyin siyaset haline geldiği, sürekli aramaların yapıldığı bu korku terörü ortamında her şeyin gizli olması gerekiyordu. İkinci ve daha güçlü neden ise; belki de yaşadıklarının ve yaşananların yalın halde yazılması bile zordu.
Diktatörlük ortamını şöyle hayal edelim: Ölümler sudan ucuz, korku havadaki oksijen gibi olmuş, güvenin ise esamesi okunmuyor.
Ucuz Ölümler
Kitabın arka kapağında ele aldığı konu şöyle tanımlanıyor: ”Düşünmeyi yasaklayan köy sessizliği ile yaşamayı cezalandıran kent gürültüsünün arasına sıkışmış insanlar.” Düşünmek ve yaşamak. Hangisinden vazgeçilebilir ki? Köy ve kent. Bu ikisi dışında nerede olunabilir ki? Tek çare kalıyor: kaçmak.
Mezarlıklar kaçarken ölenlerle dolu, mezarlıklar rejime karşı olanlarla dolu, mezarlıklar intihar edenlerle dolu. Her yer mezarlık. Ölmeden kaçabilmek ise dillendirilemeyen bir hayal. “Cepteki bir delik kadar ucuzdu ölüm: Elini cebine soktuğunda bedenin deliğin içine düşerdi.”
Diktatörlük ortamını şöyle hayal edelim: Ölümler sudan ucuz, korku havadaki oksijen gibi olmuş, güvenin ise esamesi okunmuyor. Mektuplara, valizlere tel saç konuluyor açılıp açılmadığını anlamak için. Çok sevse de Tereza’ya bile güvenemiyor anlatıcı. Gözlerin her yerde olduğunu hissettikleri için kimse güvenilir değil. “Kimseye güvenmediğin sürece görünmez olduğunu sanıyorsun.”
Bir Döngü Değil
Yürekteki Hayvan, “Sustuğumuzda tatsızlaşıyoruz, dedi Edgar, konuştuğumuzdaysa gülünçleşiyoruz.” cümlesiyle başlıyor ve bitiyor. Başlangıcı ve sonu aynı olan bir roman. İlk sahne okunduğunda pek bir şey anlaşılmıyor ama son sahne aynı olmasına rağmen okuyucuyu derinden etkiliyor. Çünkü yaşanmışlıkları, acıları okumuş; karakterlerle bir ünsiyet kurmuş oluyoruz. Başladığı yerde biten romanlara genelde “döngüsel roman” deniyor. Bu hikayede bir döngü var dersek değişimi gözden kaçırmış oluruz. Bir şeyler değişti. Romanın anlattığı zaman diliminde yönetim henüz değişmedi ve diktatör gitmedi belki ama pek çok şey değişti. Lola öldü, Tereza öldü, sayısız kişi öldü. Edgar kaçtı, anlatıcı kaçtı, kaçabilen kaçtı. Değişmeyen şey ise ne kadar kaçsalar da korkunun bıraktığı kalıcı darbe izleri. “Sizden ne istiyor bu adam? diye sordu. ‘Korku’ dedim.”