|

Mustafa Kutlu’nun Derdi

Kemal Sayar

Mustafa Kutlu, hikayeciliğinde yarım asrı kapatmak üzere olan usta bir kalem. Kutlu’nun bereketli lisanı, sadece velud bir yazar olmasında değil, son dönem Türk hikayeciliğinde amiral gemisi hüviyeti taşımasında da tebarüz eder kendisini. Dergah Dergisi ve yayınları, Mustafa Kutlu’nun yönetiminde genç ve artık orta yaşa varmış birçok yazarın uzun yola çıkacak o dermanı biriktirdiği, cesaret ve görüş genişliğini edindiği bir okul oldu. Bu mecra, onlarca şair ve hikayecimizin bir tekke terbiyesi kazanmasına önayak oldu. Mustafa ağabeyin günümüzde yazıp çizen pek çok insanın üzerinde hakkı vardır. Onun ilk öykü kitaplarını içercesine okuduğumuz gibi, o bir ağabey sabrı ve rikkatiyle her birimizi yazmaya teşvik etti.

Ustalığın düsturu, “ustanı geçmek, sonra da seni geçecek bir öğrenci yetiştirmektir” denir. İstanbul Risaleleri’nde nakledildiğine göre merhum Süheyl Ünver, asistanlığını yaptığı hocası Akil Muhtar Bey’e bir gün “Ah sizin yarınız kadar olabilsek.” der. Hocası bu sözüne çok celallenir, “Süheyl! Sen benim yarım, taleben de senin yarın olursa, ortada bir şey kalmaz. Sen beni geç, talebelerin de seni aşsınlar!” diyerek geleneğimize atfedilen tevazu mitini oldukça hırpalamıştır. Mustafa Kutlu’nun kendi güzin metinlerini aşan etkisi, biraz da onun bu sahih ahlakla tezyin edilmiş olmasındadır.

Sıcak ve Asude Dostluk

Kutlu’nun geniş külliyatını oluşturan kitaplarından birisi de geçtiğimiz yıl Dergah Yayınları’ndan çıkan uzun hikayesi Sevincini Bulmak. Elif ve Suna’nın sıcak ve asude dostluğunu izlediğimiz bir sahneyle açılan hikaye, ilerleyen bölümlerde kemalsayar@gmail.com Mustafa Kutlu’nun Derdi Kutlu için sanat nihai manada Allah’ı aramak, ona niyaz etmek, onunla buluşmak arzusudur. Kendimizi hikayeye de fazla kaptırmamamızı ister gibi, beride babacan bir eda ile asıl olanın ne olduğunu söyler. geçişken epizotlarla Elif’in ve Suna’nın gözünden kendi aile tarihlerine ışık tutan birçok yan hikayeciği gergef gibi işliyor.

Hikayelerin izleğinde, geçen asrın ikinci yarısından sonra köyden kente göçün dönemsel mahiyetinin değişerek kalıcı hale gelmesinin sosyolojik payandaları, geleneğin panoptikonundan kurtulan yeni ahlakın öncelikle iş dünyasına sirayetini, Cumhuriyet dönemi memur ailelerinin modernleşme pratiğinde iman-amel gerilimini, 28 Şubat döneminin toplumda tetiklediği yeni kırılmaları ve hepsinin akıp kapımıza yığdığı nevzuhur yeni bir amorf akademya, sermaye kütlesinin serencamını takip edebiliyoruz.

Kitabın ilk bölümü ağırlıklı olarak Suna’nın Fıstıkağacı semtinde yaşamış üç kuşak soy ağacının hızlı bir geriye bakışla, nasıl bir Suna’yı oluşturduğunu anlamamız için kılavuz niteliğinde. Bu durum, Suna’yı öngörülebilir kılarken, onun bir karakter değil, muhitinin temayüz ettiği bir tip olmasına sebep oluyor. Mustafa Kutlu hikayelerinde memleket sosyolojisi hem uygulamalı olarak hem de kuramsal açıklamalarla kişiliklerin eylemleri ve lisanlarında öylesine amil ki, kendilerini şaşırtamamaları kişilerin trajedisine dönüşüyor. Ama öyle buhranlı ve isyana sürükleyen trajediler değil bunlar; kırık ve buruk acılar, mütevazı ve mütevekkil sızılara dönüşüyor zamanla. Şairin dediği gibi “Yarayı aldık, kurşun içerde kaldı.”

Sevincini Bulmak, Elif’in Serdar ile karşılaştığı ilk günü anlatırken “yaşam gayesini, geniş bir kolektif kaderdeki kendi rolünü bulmak” manasında Suna’nın kullandığı bir ifade. Bir daha ancak, Suna’nın İstanbul’dan neredeyse kaçarak sığındığı köyün çocuklarına öğretmenlik yaparken kullanılıyor: “Artık bir işim ve bir sürü çocuğum var. Mesudum. Bu gidişle sevincimi bulacağım.” Saadet, sevincin bulunması için gerekli şart olsa da yeterli bir şart değil bu hikayede. Edip Cansever ne güzel söyler bunu “Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan.”

Hikayenin Meramı

Yan hikayeler ve Elif’in hikayesi kitap sayfalarıyla kapanmış gibi görünse de Suna-Ali ilişkisi ameliyat masasında bırakılmış. Yazar başarılı bir ameliyat sonrası hastayı kaybedip kaybetmemeye kendisi de karar verememiş görünüyor. Ancak bu kararsızlığın sebebi, Kutlu’nun bir komedya veya bir tragedya yazmaktaki ikilemi değil (malum; antik-klasik tiyatro ve edebiyatta, mutlu sonla biten eserler komedya, mutsuz sonla bitenler tragedyadır); hikaye kişilerinin belirlenmişliğini aşmanın, onlar için de müşkül olması. Yazar, kendinden yüce kişilikler yaratabilecek bir merci değil maalesef. Hüsranla biten diğer gönül hikayelerine bunu da eklemeye yüreği elvermediğinden tasrihe mecali kalmıyor sanki Kutlu’nun. Zaten derdi de sadece hikaye anlatmak değil, hikayenin de bir fikri, bir meramı var.

Gerçi diğer gönül hikayelerinde de hep bir müsait ve münasip olma hali var. Yaşı geçmiş bekar hanımlar, çevrelerindeki bekarların oyun kurucusu rolüne bürünür, evlilikler bir yetimliği sarma uygulamasına denklenir, büyük aşklar yüzüstü bırakılmayla ödünlenir hikayede. İş münasip davranmaya geldiğinde bire bin veren kadir Mevla’nın sünnetullahı, gönül işlerinde kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almaya evrilir. Bu prensibi, sadece hikaye kurgusunda değil, Mustafa Kutlu’nun lisanında da fark etmek mümkün.

Pastoral senfoniler yazarken, çiçek, meyve, ağaç adları ile çağlayıp coşan, kuramsal diyaloglarda karıncanın izini süren parlak lisanı, mevzu gönlün ifşasına geldiğinde cılız birkaç mırıldanmayla geçiştiriliyor. Yazarın kendisi de elbette ki farkında durumun. Hem Elif’in ağzından Suna’ya yöneltilen, ilişkilerinin kuruluğuna dair ithamlar (Sevsinler. Sizinki hayatın manası üzerine ortaklaşa yazılan bir makale. İcraat isterim kızım, icraat.) hem Suna’nın gezdikleri şehirlerin kültür, folklor ve bölgesel turizm gelirlerinden bahsederken kendi balayı için araya sıkıştırdığı (Arkadaş duygusal bir durum yok mu, ondan bahsetsenize… birbirini tanımanın, anlamanın manasından tadından. Siz evlendiniz yahu! Doğru, lakin mümkün değil) sözünden anlıyoruz bunu.

Baştan Sabote mi Ediyor?

Kutlu’nun bir derdi var ve bu derdi bize geçirmek istiyor, hikaye kişilikleri sadece bu derdin dile getirilmesi için bir aracı. Bu ilişkide gönlün terennümleri yerine, sur içi İstanbul’un cami ve tekkelerine; ayazmalarının, kapılarının tarihine; gezerken Suna – Ali çiftinin birbirlerini tartmalarına; Suna’nın kırık kelam bilgisiyle Ali’nin hidayetine vesile olma denemelerine, Ali’nin batık hayatının kurtarıcısı rolünü, hayran olduğu bir Fransız aktriste benzettiği Suna’ya teslim etme gönüllülüğüne şahit oluyoruz. İnsan şüphelenmiyor değil; yazar bu ilişkinin selametini baştan mı sabote ediyor diye. Neredeyse “yıkılıp gidecek bir şey de yoktu zaten ortada” diyeceğiz.

Kitapta özel olarak bahsedilmesi gereken bir unsur da, Doç. Dr. Suna Esen’in Tanpınar uzmanlığı ve sevgisi. Tüm hayatını dolduran Tanpınar hayranlığı, tam da Serdar ve Tarık kişilerinin sakilliğinin zirve yaptığı bölümün ardından, Tanpınar’ın özel hayatının ifşa olduğu günlüklerinin yayınlanması ile bir hayal kırıklığına dönüşmesi beraberinde Suna’yı da daha kırılgan kılıyor. Tanpınar’la eşzamanlı olarak “Geciktim, her şey yarım kaldı.” diye mırıldanıyor Suna. Sevincini bulmak endişesiyle, karşına çıktığı anda zengin, yakışıklı, ünlü, yüksek donanımlı psikiyatrist Ali’ye gözünün takılması belki biraz da bu kırılmanın sonucu. Ancak, bu örüntüyü temel alırsak, Ali’nin boşalttığı yere yeniden Tanpınar’ın avdet buyurması gerekiyor, Suna’nın akim kalan çalışmaları, hedefleri henüz gerçekleşmeden tozlanıyor hikayede. Suna sevincini, köyde çocuk okutmakla bulacağı bir yaşamın ürünü değil. Ya Ali, ya Tanpınar; veya her ikisi. Gariptir, Suna’nın annesi Lamia’nın Ziya Osman sevgisinde de, babası (kendisi şairi ne tanır ne de severken, müdire hanımın iş bilirliği sayesinde adeta bir Cyrano de Bergerac gibi) ikame bir rol alarak o bahsi kapatmıştır.

Hem İçinde Hem Dışında

Kutlu için sanat nihai manada Allah’ı aramak, ona niyaz etmek, onunla buluşmak arzusudur. Kendimizi hikayeye de fazla kaptırmamamızı ister gibi, beride babacan bir eda ile asıl olanın ne olduğunu söyler. Hikaye nereye giderse gitsin, bu toprağın temiz insanlarının hikayesi hep yerinde kalır. Bu hikayelerde buram buram Anadolu ve temiz insan fıtratı tüter. Kitabın sonlarına doğru yazar, okur ve kahramanların birbiriyle hikayenin gelişimi üzerine atışmaları çok keyifli. Hem hikayenin içindesiniz hem de dışında. Suna sonunda fıtri olana yöneliyor, doğaya, bozulmamış insan ilişkilerine iltica ediyor. Yazar bizi bütün hikayenin sonunda en güzel hikaye için bir telmih olduğuna inandırıyor.

Mustafa Kutlu bu son öykü kitabında, kendisini müteal bir davaya yaslamayan kurgu yazarlığıyla da tabir caizse dalgasını geçer. Öyle ya, “uydur uydur yaz”dır bunun adı. Hikaye ve yazı nereye işaret ediyor ona bakmalı. Okuduğumuzda içimizde bir sevinç kıpraşıyor, sevincimizi bulabiliyor muyuz asıl mesele budur.

Cenab-ı Hak ona güç ve kuvvet versin ve o hep yazsın, biz de okuyalım.

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir