Ödüller ve Kimlikler
İngiltere’deki Zanzibarlı Salim, Türkiye’deki Suriyeli Ahmed, Polonya’daki Ukraynalı Kristina… İsimler ve ülkeler farklı ama duygu aynı: Aidiyet ve kimlik arayışı.
Rumeysa Betül Tuncay
2021 Nobel Edebiyat Ödülü’nü Tanzanya-Zanzibarlı Müslüman asıllı siyahi bir yazar olan Abdulrazak Gurnah’ın aldığı haberi beni içten içe sevindirmişti. Hem Afrikalı hem siyahi hem de Müslüman, vay be. Kimliğin her şey olduğu zamanlarda ödüller de takdirler de sadece “beyaz adam”a idi. Demek ki devir sonunda değişti.
Ödül komitesinin bu kararının alt metni “Bakın biz değiştik, artık marjinal grupları da tanıyoruz” da olabilir veya olmayabilir. Abdulrazak Gurnah yazar olarak iyi olduğu için ödülü almış da olabilir, bilemeyiz. Ayrıca geçmişte siyahi bir kadın yazar olarak Toni Morrison da bu ödüle layık görülmüştü. Yani aslında tam olarak bir dönüm noktası da değil.
Artık Görülüyor
Ödüllerin hak edilip edilmediğini değerlendirebilecek bir konumda değilim; arkasında bir siyaset dönüyorsa da bilemem. Fakat ödülün Abdulrazak Gurnah’a verilmesi içimde şu umudu yeşertti: Geçmişte –hatta bazen halen- zulme uğrayan, ırkçılığa maruz kalan, alt sınıf olarak görülen ve hiçbir zaman ödüllendirilmeyen kimlikler artık görülüyor, değerlendiriliyor ve beğenilebiliyor. “Beyaz adam”ın saltanat dönemi sona eriyor, artık kimliğinden dolayı veya kimliği sayesinde değil; ödül sahipleri meziyete, ustalığa göre seçiliyor.
Afrikalı, siyahi ve Müslüman olarak üç ötekileştirilmiş kimliği taşıyan Nobel Edebiyat Ödüllü yazar, romanlarında da kimlik meselesini merkeze alıyor. Kolonyal düzen, göç, aidiyet, kimlik bunalımı gibi temalar çevresinde şekillenen romanlarının en son yayımlananı ise Kumdan Yürek.
Küçük yaşta babası bir anda evi terk eden Salim, dayısı ile Londra’ya taşınır. Yirmi yaşında iken Londra’ya yerleşen yazarın romanın ana karakteri Salim ile arasında bir bağ kurmuş olması muhtemel. Hem geçmişinden gelen anne ve babasının ayrılığının soru işaretleriyle hem de ne Londra’ya ne Zanzibar’a tam ait olamamasıyla Salim yabancılaşmanın ve yalnızlığın cenderesine düşer.
Kurgu gereği aşk ve ihaneti de barındıran romanda Salim’in içsel yolculuğu aslında tüm göçmenlerin hayatlarına bir nebze de olsa ışık tutuyor. Fırsatlar, ışıklar, güzellikler, gelişmişlikler şehri Londra’da herkes keyif mi sürer? Tüm hayatlar renkli midir? Göç etmiş, sıla hasreti çeken, annesini babasını evini özleyen, ne yapacağını ve kim olduğunu bilmeyenler için Londra da olsa kapkaranlık bir yerdir. Belki de bu yüzden yıllarca yaşasa da Salim Londra’ya alışır ama hiçbir zaman evi gibi hissetmez. Her göçmenin yaşadığı araf gibi aidiyetini sorgular, sorgular ve bulamaz.
Bir İngiliz kolonisi olan Zanzibar’dan İngiltere’ye göç eden Salim’in kimlik ve aidiyet bunalımı yaşaması bu bağlamda da tutarlıdır. İş bulamayınca zorunlu olarak memurluğu seçen Salim “İngiltere’nin kölelerinden biri” olmaktan korkar. Geçmişte kendi topraklarını kolonileştirmiş ülkede bir başka göçmen hayatı yaşar, kim olduğunu ve nereye ait olduğunu sorgulayarak. Pek çok göçmen gibi; İngiltere’deki Zanzibarlı Salim, Türkiye’deki Suriyeli Ahmed, Polonya’daki Ukraynalı Kristina… İsimler ve ülkeler farklı ama duygu aynı: Aidiyet ve kimlik arayışı.