|

Okumanın Felsefesi

Mustafa Kirenci

Önceki yazımızda okurun seçim yapabilme özelliğinden bahsetmiştik. Bu seçimin vicdani bir sorumluk olduğunu; ayrıca genç okurun hayat tecrübelerini zenginleştirmek için roman, hatırat; estetik terbiyesi için de öncelikle şiir okumaları yapmasını söylemiştik. Şimdi de biraz okuma felsefesi üzerinde durmak isterim.

Okumaktan asıl murat, insanın okuduklarından hareketle “kendi kafasıyla düşünmeyi”, akledebilmeyi öğrenebilmesidir. Bu yüzden önemli olan çok okumak değil, bize bu özelliği bahşedecek okuma olmalıdır, seçmek bunun için önemlidir. Çok okumak, her şeyi okumaya çalışmak mideyi tıka basa doldurmaktan ya da içinde bir sürü araç-gereç ve eşyanın bulunduğu bir mekandan farksızdır. Böyle bir durumda insan ya hazım güçlüğü çeker ya da aradığı, kendisine gerekli olan şeyi onca eşya yığını arasından bir türlü bulup ortaya çıkaramaz. Okumalarımızla düşünmeyi öğrenebildiğimiz zaman, ancak o zaman kitapların bize sunduğu bilgi, tecrübe, görgü hazinelerinin hakiki sahibi olabiliriz.

Bilgiyi Hayata Taşımak

Okumak pasif bir eylem değil, insanı hayata ve hadiselere muhatap kılan, en saf haliyle bu muhatap oluşu hazırlayan bilinçli bir eylemdir. Nasıl bir kişi vücudunu idame ettirmek için gıdalar almak, beslenmek zorunda ise ve gıdalardan aldığı güç, kuvvet ve enerjiyi hayatını idame ettirmek için kullanmak, bunu işine gücüne harcamak zorundaysa ve bu olmadığı takdirde aldığı o gıdaların onu bir asalağa dönüş türeceği, hareketsiz kaldıkça hantallaştıracağı açıksa, okur da kitaplardan altığı bilgiyi, görgüyü, eleştirel bakışı hayatına taşımak zorunda: Sırf bilen değil, bildiklerinin ışığında ve kılavuzluğunda yapıp eyleyen bir kişi olabilmesi için. Yoksa, en ağır yük kafada taşınandır sözü gereği, kitaplardan elde edilen bilgiler, düşünceler bilgiler bir süre sonra farkında bile olmadan adeta “benim onum var bunum var” diye bohçasını açan satıcılar gibi başkaları nezdinde sürekli konuşmaya, anlatmaya sebep olacaktır.

Böyle bir durumda bilgi de düşünce de hayatın akışına tatbik edilemeden taşınamayan bir yük gibi başkalarının omuzlarına yüklenilmeye çalışılacaktır. Bu durumda, entelektüel görünme hevesi, acısı hissedilmeyen ve yaşanmayan sahte kaygılarla kederlenme, derin görünmeye çalışan sığlıklar şeklinde bir sürü davranış bozukluğu halleri okurda görülmeye başlayacaktır. Bu tür okurlar; ne entelektüel ne de hakiki bilgi ve düşünce sahibidirler. Olsa olsa yaşadıkları ve göründükleri halleriyle herhangi bir şeyin “gibi” halidirler.

Has okur, nasıl bir arı sayısız çiçekten aldıklarıyla bal ortaya koyuyorsa o da okuduklarından bir bilinç doğurmalı, düşünmeyi öğrenmeli ve bunu önce kendi hayatına tatbik etmeli; sonra da en yakın çevresinden başlayarak insanların hayatında düşüncelerini, söz ve davranışlarıyla temsil edebilen bir insan haline gelmelidir.

Eser ile Hayat Arasındaki Bağ

Örneğin kurmaca olarak tabir edilen roman sanatına ait bir eserin okuru, oradaki tipleri, olayları, karakter ve ruh tahlillerini geçmişte kasabasında, mahallesinde tanıdığı insanlardan tutun da hali hazırdaki çevresi, yaşadığı ülke ve dünyadaki ilişkiler silsilesi ile birlikte düşünmedikçe eserle hayat arasındaki bağı kuramaz. Eğer düşünüp rabıtalar kurarak bunu başarabilirse o zaman o eser kurmaca olmaktan çıkar, okur aracılığıyla hayata katılır.

Kitapların asli görevi de bu değil midir? Bütün sanatlar, şiirler, romanlar, hikayeler kısacası bütün yazılıp çizilenler bunun için değil midir? Bütün bilgilerini sırf kitaplardan edinen insanlar Schopenhauer’in deyişiyle “bir ülke hakkında seyahat yazılarından bilgi edinen” insanlara benzerler. Bize bilgi verebilirler, ama verdikleri bilgide de düşünme, gözlem ve deneyim olmadığı için hayat ıskalanmıştır.

Okumak bir sanattır. Bütün sanatlardan önceki sanat. Kant “Bilgi tecrübeyle başlar ama ondan doğmaz.” demişti. Bu sözden mülhem olarak söyleyecek olursak “Sanatlar okumayla başlar ama ondan doğmazlar.”

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir