Güven Adıgüzel – Konuşan: Fatma Kebire Gündüz
Güven Adıgüzel’i sıkı şiirleriyle tanıdık ve sevdik. Deneme kitaplarından uzak diyarlardaki güzel yürekli insanların hayat hikayelerini fonda enfes müzikler eşliğinde heyecanla okuduk. Yazarın iki şiir ve son kitabı ile birlikte yedi tane de deneme kitabı bulunmakta. Yeni kitabı vesilesiyle kendisiyle hasbihal ettik ve Seyid Çolak’la birlikte senaryosunu yazdığı “Kapan” isimli filmin de yıl sonuna doğru vizyonda olacağını öğrendik.
Papağanın Vaazı yerine papanın vaazı deyip durdum kitap bitene kadar. Sizin kitaplarınızın isimleri genelde ilginç oluyor, son kitabınızın da bir isim hikayesi var mı?
Zaten her kitap önce ismiyle düşüyor zihnime. Çalışma şeklim biraz böyle. Bu bağlamda hepsinin ayrı bir hikayesi mevcut. Bu son kitaptaki yazıların içeriği de isminden başlayarak ortak bir duygu bütünlüğüne sahip. O hal nedir derseniz; insan olma duygusuna cepheden saldıran ne varsa, onun karşısında durmak diyebilirim. Papağanın Vaazı, benim için tam da bu gürültü çağının tanımlamasını içeriyor. Bugün modern dünya, papağanların vaazlarıyla titrettiği kocaman bir kafes artık. TED Talks da buna dahil, yankı odalarına dönüşen sosyal ağlar ve seküler vaizler de… Nihat Genç “Bizim de elimiz armut toplamıyor,” der hep. Kalemle gittiği yere kadar gidiyoruz biz de işte. İthafta söylediğim gibi kalan sağlar bir ses versin yeter.
Şiir, müzik, sinema, spor, çizgi filmler, masallar, kahramanlar, şehir ve tanrı kavramlarına dair yazıyorsunuz ve üstelik bu mevzuların en hassas, merak uyandırıcı, az bilinen, yeterince dikkat çekilmeyen taraflarını yazıyorsunuz. Yarım kalmış filmlerin, uzak şehirlerin, hiç duymadığımız kitapların, bir Afrika futbol takımının, samurayların ya da türkülerin hikayesini. Gizli güçleriniz mi var itiraf edin artık?
Galiba yok. Gizli güçlerim olsun ister miydim, ondan pek emin değilim. Bir okur-yazarlık maceram var elimde sadece. Kullanış biçiminize göre bu da büyük bir güç sayılır. Bu ilgi alanı çeşitliliği meselesi biraz da zihnimin işleyiş biçimiyle alakalı, kafam böyle çalışıyor benim. Ana yolda değil, radyo frekanslarının bozulduğu yan yollarda, sapaklarda, geçitlerde, ara arterlerde gezinmekten hoşlanıyorum. Kültür antropoloğu değilim. Ücraları, kuytuları, uzakları seviyorum sadece. Galiba edebiyattan anladığım da bu.
“Şiir yaranın sahibidir.” demiştiniz Yaralar ve Diğer Sebeplerden kitabınızda. Bir şair nasıl bakar dünyaya?
Kalbiyle bakar elbette. Kalbiyle bakması beklenir. Ama son tahlilde “şairlik” diye korunaklı bir alan da yok hayatta. Kira veriyoruz, fatura ödüyoruz, aidatı geciktiriyoruz, pazarda yeşil fasulye pahalıysa önümüzdeki hafta alırız diyoruz, elektrik faturasına küfrediyoruz, zorunlu bes’e tabiyiz. Hayat çok sert akıyor. Yani dünyanın da şaire nasıl baktığı önemli. Şair gözü/dikkati diye bir şey var ama, onu biliyorum. Amasyalı Uzman Çavuş’un o bakışı gazete kupürlerinde yapayalnız kalacaktı yoksa. Bir şair eşlik etti işte o bakışa. Son olarak bir de şu; Oruç Aruoba söylemişti, Cemal Süreya için galiba “Bir şairin gözleri kapanınca dünyada görülecek şeyler azalır.”
Son zamanlarda şiirin öldüğü, öykünün çok daha fazla görünür olduğu, genç yazarların kendini öncelikle öyküde göstermeye çalıştığı konuşuluyor. Katılır mısınız ve bu sizi endişelendirir mi?
Şiir türler arası bir rekabetin içinde yer almaz. Varoluşu, hakikati, gerçekliği buna izin vermez zaten. Nihayetinde kurmaca değildir. Anladığım kadarıyla şiire oldukça fiyakalı bir cenaze töreni düzenlemek istiyorlar. Dönem dönem olur bu. Ama insan var olduğu müddetçe, şiir de var olacaktır. Yaşadığımız coğrafya için konuşacak olursak, bu varoluş çok daha katmerli bir yol alır. Şiir yazmak benim için bütün endişeleri ardında bırakıp gitmek anlamına da gelir, bizatihi, şiir de bütün endişelerin üstünde durur zaten. Öykücülerin yolu açık olsun her daim, şairler yolunu nasılsa kaybeder.
Kitaptaki “Yusuf Yüzlüler” örgütü ile alakalı yazınızı okuduktan sonra şöyle düşündüm. Güven Adıgüzel bütün kitaplarında dünyanın “Yusuf Yüzlüler”ini bizim için arayıp, buluyor ve derinlerden çıkartıp, elimize bırakıyor yazarak. Sizin tabirinizle dünyaya sırtını dönmüş adamları, Süpermenleri değil; atom karıncaları.
Edebiyatın böyle bir işlevi hatta görevi yok mu? Ben olduğuna inananlardanım. Galeano’nun Ateş Anıları serisini okuduğumda duyduğum o coşku, hınç ve ürpertiyi unutmam mümkün değil mesela. Edebiyat sınırlara inanmaz. Hatta o sınırları deşer. Benim payıma hep “o adamlar”ın hikayeleri düştü. Hikayelerin peşinde dört nala koşmadım aslında, hikayeler gelip beni buldu. Yol niyetçisi olmak derlermiş buna. Edebiyatla uğraşmaktaki niyetim biraz da bu, bazı tozları üflemek, bazı ipleri çözmek, bazı adamları güneşe doğru ittirmek, bazı kapılara anahtar uydurmak, bazı şarkıların sesini açmak ve mümkünse bazı hikayelere ses olmak.
Baba filmi ve Savoca. Peki başka filmler de var mı sizi peşinden uzak şehirlere sürükleyen?
Filmlerin değil yazarların peşinden giderim genelde iz sürmek için. Kafka için Prag’da, Dostoyevski için Petersburg’da iz sürdüm. Soruya cevap olarak; “Cennet Sineması” filminin çekildiği yine Sicilya’daki Cefalu ve “Cennetin Krallığı” gibi onlarca filme fon olmuş Fas’taki fantastik mekan Aid BenHaddou, beni peşinden sürükleyen film-şehirlerdi.
Ölümü unutup, sürekli hızımızı arttırarak yaşarken elde ettiklerimizin bizi anlamdan uzaklaştırdığını söylüyorsunuz. Okumak bizi yavaşlatır mı biraz olsun sizce?
Ölüm tek gerçek mesele. Ölümün hakikatine varabilsek, hayatın anlamı diye bir meselemiz bile olmayacak belki. Bizi bütünüyle kuşatan anlam o çünkü. Şiirle, daha geniş anlamda sanatla ölüme direnmiyoruz, ona hazırlanıyoruz sadece. Bu konuda Tarkovski’nin tarafındayım. Artık adına post-truth politics mi dersiniz, postmodern zamanlar mı, ne derseniz deyin, bir üretim bandının içindeyiz. Daha az ölüm ve daha çok hedonist züppelikler. Okumak şifadır, ezelden beridir böyle bu. Ebede doğru da elimizdeki reçete bu. O halde anladığımız biçimde okuyalım. Umulur ki yavaşlarız.