OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Önce Uslup Sonra Kelâm

Söyleşi: Mustafa Kara

Konuşan: Halil İbrahim Gürgenç

Tanıyalım: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Kara’nın İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî başlıklı doktora tezi Dergâh Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, Dervişin Hayatı Sufinin Kelâmı, Buhara Bursa Bosna gibi çalışmalarıyla tanıdığımız müellifimize alanında önemli bir eksikliği gideren yeni kitabı üzerine sorular sorduk.

Hocam, İbn Teymiye›ye Göre İbn Arabî başlıklı doktora teziniz Dergâh Yayınları’ndan çıktı. Okuyucusu için bol istifadeli olmasını dilerim. Kitabın başında “Bu Kitabın Menkıbesi” başlığıyla tezinizin yazılma sürecini anlatıyorsunuz. Bu hikâyeyi bizlerle paylaşır mısınız?

Hikâye kırk yıl önce, Şubat 1977’de Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü’ne tasavvuf tarihi asistanı olarak atanmamla başlıyor. O yılın bahar mevsiminde bir gün Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Hüseyin Atay Hoca, meşhur Fazlurrahman Hoca ile sohbet etmek üzere şehrimize çıkageldi. Biz de o günlerde bulduğumuz herkese tez konusunu soruyor, derdimize deva arıyoruz. Alternatif tez konuları iki üç gün içinde teke indi: İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî. Temel kitap İbn Teymiye’nin eserleri. O da biz de yok. 38 ciltlik İbn Teymiye külliyatını bulmak zor. Almak daha zor. O günlerde babam Kutuz Hoca emekli olmak üzere. Emeklilik ikramiyesinden bu kitap için 10.000 lira istedim. “Veremem. İkramiyenin bütününü kamu yararına olan kurumlara bağışlayacağım. Bu devlet bana otuz yıl maaş verdi. İkramiye hakkım yoktur.” dedi. Israrım üzerine şöyle bir ara formül buldu: “İstediğin kitapları enstitünüzün kütüphanesine al, demirbaşa kaydettir. O zaman olur.” Öyle yaptım. Tez 1980’de bitti. Jüri önünde savunması yapıldı. Fakat “doktora” tezi değildi. Çünkü Yüksek İslâm Enstitüleri üniversiteye bağlı olmadığı için doktora programı açamıyordu. 1981’de YÖK kurulduktan sonra tekrar jüri oluşturuldu. 1983’te tez olarak kabul edildi. Konunun çok büyük ve derin olduğunu çalışmaya başladıktan sonra daha iyi gördüm. Benim de derin “dalma” güç ve donanımım yok. Basımını hiç düşünmedim. Kader, isminin verilişinin 40. yılında kisve-i tab’a bürünmesini planladı. Ezel Erverdi ağabey de buna vesile oldu.

İbn Teymiye’nin özelde İbn Arabî, genelde tasavvufa getirdiği eleştiriler tasavvufî çevrelerde mâkes bulabilmiş midir?

Tenkit kültürü insanlık düşüncesinin ana güzergâhların- dan biridir. Ona her zaman ihtiyacımız vardır. Fakat münekkidlerin uslubu bazen bu metinlerden gerekli istifadenin önünü tıkıyor. Münekkid vazifesini yaparken bazen -bilerek, bilmeyerek- egosunu şişirdikçe şişiriyor. İbn Teymiye’nin uslubu hele hele tekfire varan sertliği onun okuyucu ve dinleyicilerinin azalmasına sebep olmuştur. Onun tenkitlerinin tasavvufî çevrelerde gerekli yankıyı bulduğunu söylemek zordur. Aslında Gazalî’nin sufileri tenkit ettiği konularla onun tenkitleri zaman zaman benzerlik gösterir. Fakat sert ve kırıcı uslup onu devre dışına iter. Osmanlı toplumundaki İbn Teymiye’ye karşı nefret ve muhalefetin önemli bir sebebi de geçen yüzyılda Hicaz bölgesinde oluşan Vehhabilik hareketinin Osmanlıya “kafa tutması” ve bu cereyanın söz konu- su alimle irtibatlandırılmasıdır. Bu miras Cumhuriyet nesline de belli oranda aktarıldı. Hâlâ İbn Teymiye’den nefret eden insanlar var. İnsanları kötülemek için “ İbn Teymiye’ci” demek yeterli oluyor maalesef. Bazen da isim değişikliği aynı görevi görüyor: İbn Arabî’ci. Bu konulara soğukkanlı bakabilmeyi ne zaman öğreneceğiz?

Sûfî müelliflerin Galatatu’s-sufiyye gibi kendi özeleştirileri mahiyetinde eserleri de mevcut. İbn Teymiye’nin eleştirileri ile sufilerin kendi özeleştirileri arasında ne gibi farklar vardır?

Yine “uslup” diye söze başlayacağım. “Dost acı söyler”. Dostun tenkitlerini dinleme psikolojimiz ile öyle olmadığını düşün düğümüz kimselerin eleştirilerini farklı bir kulakla dinleriz. Farklı bir şuurla algılarız. İbn Teymiye’nin tasavvuf kültürünün bütününü toptan reddetmediğini biliyoruz. Kendine göre “seçmeci” bir tavır takınıyor. Mesela sûfiler, Abdülkâdir Geylânî ile Muhyiddin İbn Arabî arasında fark görmezler. İkisini de severler. Halbuki Harranlı alim birinci ismin eserini şerh edecek kadar ona hayran, ikinci ismin eseri Fusûs’tan hareketle onu tekfir edecek kadar ona düşman. Sûfî mantalitesi bunu kaldırmaz.

Tasavvuf ve günümüz bağlamından soracak olursak; yolda, sokakta, sosyal medyada, internette göz ve kulak yoluyla birçok mesaja maruz kalan modern insan için tezkiye ve tasfiye kavramlarının anlamı değişmiş midir?

Peygamberlerin ana görevlerin- den birinin “tezkiye” olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla her asırda Müslümanın temel meselelerin- den biri de tezkiye ve tasfiyedir. Yani asrın kir ve paslarından kalbi temizleme. Kalbi selime ulaşma… Kalp hastalıkları her zaman var. Sadece asırlara göre adlarında bazı değişiklikler oluyor. Çağdaş putlar ayaklarımızı yerden kesiyor. İsraf ve gösteriş girdabında boğuyor. Şehvet ve servet muhabbeti ile cılızlaştırıyor. Bütün bunlara nasıl direnilecek? Bu noktada rehber insanlara,” Allah’ın nimet verdiği” insanlara ihtiyacımız var. “Tebettül” ün yolunu gösterecek rehberlere ihtiyacımız var. Kapitalizmin ve sekülerizmin gizli tuzaklarına düşmemiş kılavuzlara ihtiyacımız var. Bu insanlar bizi maddeye tapan materyalizmin, paraya tapan kapitalizmin, dünyaya tapan sekülerizmin köleleştirici tesirinden koruyabilirler. Bir başka ifade ile söz konusu salih insanların sohbetleri bizi bu “öldürücü” hastalıkların manyetik alanından kurtarabilir. O zaman “tezkiye mahallesi”nin yolunu tutabiliriz. “İmanın tadı”nı tadabiliriz.

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?