Öyküde Kırk Yıl: Hüseyin Su
Yazar, Kırklar Cemi’nde yaptığı gibi, anlattığı şahsiyetleri çevreleriyle birlikte sunmayı seviyor. Bu da Hüseyin Su’nun anlattıklarını yoğun şekilde sosyolojik bir gözle okumamızı mümkün kılıyor. Bizi adeta sosyolojik okumaya kışkırtıyor.
Abdullah Harmancı
Hüseyin Su, on yedi yıl yürüttüğü Hece Dergisi yayın yönetmenliği sebebiyle yazarlığından önce, yayıncılığını ve yayın yönetmenliğini konuştuğumuz, ardından sözü yazarlığına getirdiğimiz bir isimdi. Hece’nin çıkmaya başlamasıyla birlikte edebiyat dünyasında isminin bütün edebiyat sohbetlerinde geçtiği bir isim… Bizim okurluk ve yazarlık serüvenimiz, Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi senelerine uzanmadığından biz daha çok bu ismi 1997 sonrasında duymaya başlamıştık. Halbuki 1994 senesinde Konya’da yapılan bir dergicilik panelinde İbrahim Demirci ile bu isimlerden mutlaka bahsetmiş olmalıyız.
Aradığımızı Bulmuştuk
Zaman içerisinde, bir adanmışlık şeklinde tezahür ettiğini gördüğümüz yayıncılığının yanı başında -bu yayıncılığın yavaşlattığına kuşkumuzun olmadığı- yazarlığını da önemsedik ve izlemeye başladık. Öykülerini adım adım takip ettiğimiz Hüseyin Su’nun Gülşefdeli Yemeni’si ile birlikte sanırım aradığımızı bulmuştuk. O günlerde, -1998 sonrası-, Hüseyin Su ismi artık “Yanağımda Dedemin Sakal İzleri” öyküsüyle anılmaya başlandı. Bir iftar öncesi Müslüman haletinin, gelecek zaman kipinin beklenmedik bir biçimde abartılmasıyla kotarıldığı bu duygusal metin, bizi kalbimizden yakalamıştı. Şimdi geriye bakıyorum:
1999’da yayımlanan Aşkın Halleri ile 2018’de yayımlanan İçkanama arasındaki on senelik suskunluk, yazılmış öykülerin bekletilmesinden doğuyordu; yazacak veya yayımlanacak öykülerin olmamasından değil. Hüseyin Su, son beş senede (2018-2022) dört öykü kitabı yayımladı. Toplamda ise kırk yılda çıkmış sekiz öykü kitabı var.
Hüseyin Su öykücülüğünün dönemlendirilmesi konusuna özel olarak eğilmek gerekiyor. Ama ilk elden şunu kolayca söylemek mümkün: İlk dört öykü kitabı “kısa öykü” dediğimiz formata uygun. Son dört öykü kitabı ise uzun öykülerden müteşekkil. Öykülerin yapısal özelliklerine göre böyle bir bölümleme yapmak mümkün. Öykülerin yaşandığı mekanlar anlamında da kırsal ve kentsel öyküler gibi bir ayrım yapılabilir.
Sosyolojik Okumaya Kışkırtıyor
Gelelim bu sene yayımlanan Kırık Sızısı’na. Kırık Sızısı, altı uzun öyküden oluşuyor. Bunlardan ilki ise diğer uzun öykülere göre çok daha hacimli. Kırık Sızısı’nın elli sayfalık ilk uzun öyküsü “Sesime Gel, Sesime”de, İsmail adında bir meczup anlatılıyor. Yazar, Kırklar Cemi’nde yaptığı gibi, anlattığı şahsiyetleri çevreleriyle birlikte sunmayı seviyor. Bu da Hüseyin Su’nun anlattıklarını yoğun şekilde sosyolojik bir gözle okumamızı mümkün kılıyor. Bizi adeta sosyolojik okumaya kışkırtıyor. İsmail adındaki meczubun kaleme dökülmesinde en çok dikkatimizi çeken şey, İsmail’i cinnete çeken etkenlerden birinin toplum olması. Bir başka husus, anlatıcımızın diğer insanları çok çok aşan bir derinlikle İsmail’i anlamaya çalışması; İsmail’e duyulan büyük şefkat ve sevgi, hatta zaman zaman hayranlık duygusu. Bunun doğrultusunda ise İsmail’in beklenmedik meczupluk halleri. Belki de bir meczuptan beklenmeyecek bir şey yoktur. Ama şunu demek istiyorum. İsmail bu meczupluğu aşarak bilgeleşiyor, derinlik kazanıyor. Söz ve hareketleri, bırakın bir “alt insan”ı, normal insanlara yol gösterecek bir şekil kazanıyor. Şimdi şu satırlara bakalım:
“Ne aza ne çoğa ihtiyacı vardı. Az da çok da yine bizim aklımıza göre ölçülerdi. Bizim akıl terazimizle tarttıklarımız onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bizim içimizde dürtüp duran ve sesleri bize mütemadiyen yokluk korkusu fısıldayan ne denli hayvan varsa, onun içinde sus pus olmuş veya hepsi çoktan ölüp gitmiş, belki onun içinde hiç yaşamamıştı. …Parayı pulu bilmezdi, daha doğrusu paranın, pul kadar bile bir değeri yoktu İsmail’in gözünde.”
Bizler gibi hayat telaşesi çekmeyen, strese girmeyen, hesap yapmayan, dünyaya kapılmamış bu meczup bir anlamda bilgeleşmiş ve bizlere örnek olacak bir mertebeye yükselmiş bile olabilir.
Hüseyin Su’nun tiplemeleri ve hatta anlattığı yaşantılar artık yavaş yavaş kaybettiğimiz bir hayata denk düşüyor. Ölümün ve doğumun medikalleştiği günümüzde, bir yaşlı amcanın insanların gözleri önünde yavaş yavaş ölmesi ve sekerat halinin yansıtılması tam da anlattığım gibi bir durumun örneği.
Portreleme Tekniği
Hüseyin Su öykücülüğündeki ikinci dönem, portrelemeyi ön plana çıkartıyor. Anlatıcının odaklandığı kişi, geniş zaman içerisinde veriliyor. Uzun seneler boyunca süren anlatımlar, portrelerin zamanın herhangi bir noktasındaki durumlarını, değişimlerini, dönüşümlerini öyküye taşıma imkanı sunuyor anlatıcıya. Yazar geçmişe bakarken son derece karizmatik bir portre seçmiş ve uzun senelere yayılan tarihsel çizginin dilediği bölümüne giderek onun hakkında ilginç, şaşırtıcı, acınası ve kırılgan noktaları seçip anlatmayı tercih etmiştir.
Kırık Sızısı’nın ilk öyküsünde meczup İsmail için yapılan bu uygulama, kitabın ikinci öyküsünde anlatıcının “babam” dediği portre için yapılır. Uzun seneler içerisinde yanıp sönen ışıklı sahnelerden bazılarını seçip anlatan anlatıcı, bu öyküde de son derece karizmatik bir “tip” çizer. Tip demek tam olarak doğru değil. Ama örneğin anlatıcının babasındaki inatçılık özelliğinin ön plana çıkartılması ve son derece abartılı bir biçimde sunulması ister istemez anlatılan kişiyi tipleştirir. Halbuki bu portreler “tip”in sınırlarını kat kat aşan son derece etkileyici ve renkli kişiliklerdir. Yani karakteristik özellikleri de dikkatimize sunulur.
Kırık Sızısı’nın üçüncü öyküsü “Ayangacı”nın ise kitabın en etkileyici öyküsü olduğunu düşünüyorum. Hatta Türk öykü tarihinde yer alacak kadar tedirgin edici, yaşantısallık içeren bir metin. Bir yaşlı adamın ölüm ânı anlatılıyor bu öyküde. Yaşlı adamın boğazından hırıltılar çıkararak öldüğü an, buna rağmen son dakikalarında sigara içmek için çırpınması gibi ayrıntılar okurda iz bırakıyor. İşin ilginç tarafı, bütün bunlar olup biterken, gene Hüseyin Su öykülerinde hep gördüğümüz özellik işliyor: Ölecek olan adamın çevresindekilerin çeneleri durmuyor. Hepsi durumla ilgili yorumlar yapıyorlar. Ölümün alabildiğine ürpertici oluşu bir tarafa, ölünün çevresini saran insanlar her şeye rağmen aldırmaz tavırlar içindeler. Tam da bu sahneler sebebiyle, öyküyü okurken Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü romanını anımsamamak imkansız.
Hüseyin Su’nun sekiz kitabını da dikkate alarak baktığımızda, öykülerine isim verme refleksinin tutarlılığı ve değişmezliği de dikkat çekici. Bilindik bir isim veya sıfat tamlaması gibi başlıklandırmalar yerine, şiirsel olduğunu düşündüğüm uzun ifadeleri öykülerine başlık olarak seçiyor: “Tasviri Nafile Bir Şehrayin, Sokaklar Boyunca Koşar Adım, Yemen Treni Gözlerinden, Karşılaştığında Sesinde Boğulma!, Dünya İşte Bu Kadar Az”…
Yazının tamamını Okur’un 29. sayısında bulabilirsiniz: https://www.okurdergisi.com/okuru-nerede-bulabilirsiniz/