OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Para, Şöhret ve Mevki İlimle Uzlaşmaz

Söyleşi: Mehmet Genç

Konuşan: Yusuf Temizcan

O ülkemizin en önemli iktisat tarihçilerinden biri. Yetiştirdiği öğrenciler, kurduğu dostluklar ve uzun bir ömrün hatıralarından müteşekkil dolu dolu bir hikayenin de sahibi. Mehmet Genç Hocamız ile yazımı kırk yıl süren kitabını, lise yıllarını, ilim yolculuğunda karşılaştığı önemli isimleri ve zorlukları konuştuk.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi kitabınızla sohbetimize başlayalım dilerseniz. Bu eserin yazımı yaklaşık kırk yıl sürdü değil mi? Kırk yıl bir kitap için hayli uzun bir süre olsa da sizin tüm akademik çalışmalarınızın neredeyse tek derli toplu ürünü. Bu büyük emeğinizin hikayesi nedir?

Evet, bu kitabın hikayesini önsözünde de paylaştım. Bu çalışmayı ortaya koyabilmem için, birtakım çalışmaların daha önce yapılmış olması gerekiyordu. Ben Osmanlı Arşivi’ne ilk defa başladığım zaman, Ömer Lütfi Barkan Hoca bana öğüt niteliğinde şunu söyledi: “Arşiv belgelerine dayanarak teori yapacak bir insanın yürüyeceği yolu kendisinin inşa etmesi gerekir.” Bir yola koyuluyorsunuz, hedefiniz belli fakat bir bakıyorsunuz yol hazır değil. Bunu görünce önce o yolu döşemeye, o taşları tek tek zemine yerleştirmeye başlıyorsunuz. Ve bu onlarca yılınızı alıyor. Benim başıma gelen maalesef buydu. İlk defa yapacağınız bu işi mecburen basit yapmanız gerekir ki hedefinize doğru hızlı bir şekilde yol alasınız. Ben basitlikten hoşlanmadığım için kırk sene uğraştım. O kırk senenin üstünden de yirmi sene geçti hâlâ uğraşıyorum.

Ömrünüze bereket efendim. Yakın tarihimizin önemli isimlerinden birkaçı ile hatıralarınızı dinlemekten büyük mutluluk duyarız. 1940’ların sonunda başladığınız Haydarpaşa Lisesi’nde belki sizin dersinize girmedi ama okulunuzun edebiyat öğretmenlerinden biri Nihal Atsız’dı. O dönemlere dair hatırladıklarınızdan; özellikle o dönemin İstanbul’u, Türkiye’si ve Nihal Atsız’a dair anılarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

1949 senesinde yatılı okul imtihanlarına girdim ve kazandım. Onun üzerine Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. O zamanın İstanbul’unu size anlatmam zor. Nüfusu 1 milyon değildi. Zannederim 800 bin – 900 bin civarında idi. Yani bugün 15 kişi bulunan yerde 1 kişi vardı. Anadolu’dan, köylerden gelen pek yoktu. Gecekondulaşma neredeyse hiç yoktu. Şehirliydi herkes. Kibar insanlar vardı. 1950 İstanbul’unda sadece gençler yaşlılara yer vermezdi, erkekler de kadınlara yer verirlerdi.

Evet, Haydarpaşa Lisesi’nde Nihal Atsız benim hocam olmadı. Ama o zaman lise 4 sene idi ve hocalara seminer yaptırıyorlardı akşamları. Nöbetçi hocalar, 1-1.5 saat kadar sorulu cevaplı şekilde öğrencilere seminer veriyordu. Ben Nihal Atsız’ın seminerlerine girdim. Sorular soruyordum, sorduğum sorulara benim çok beğendiğim cevaplar veriyordu. Onun üzerine seminerlerine devam ettim, o benim hocam olmuş oldu. Çok âlim bir adamdı Nihal Atsız. Çok iyi tarih bilirdi ve Türk dili ve edebiyatı konusunda çok birikimli, cesur, ahlaklı bir adamdı. Zarif de bir adamdı… Ben oraya Arhavi’den, köyden gelmiş biri olarak ne potlar kırıyordum ama o hiçbirini yüzüme vurmazdı.

Yine sizin hayatınızda önemli yere sahip olanlardan biri de hocanız Ömer Lütfi Barkan. Kendisini çok müşfik bir insan olarak anıyorsunuz. Nasıl biriydi Ömer Lütfi Hoca?

Evet. Barkan’ı nasıl tanıdım ben? Mülkiye’de okurken Fransızca öğrendim kendi kendime, biraz gayretle. Tarihte okuyanlar bilir, Fransızların meşhur “Annales” diye bir dergileri var. O Ankara’daki Fransız Kültür Merkezi’ne gelirdi. O dergiyi okuyordum ben, orada Ömer Lütfi Barkan’dan bahseden yazılar dikkatimi çekti. Çalışmalarını çok takdirle anıyorlardı.

“Annales” önemli bir uluslararası bilim dergisi. Bir Türk’ün adının ilk defa yabancı ciddi bir yayın organında takdirle bahsedildiğini okudum. Çok hayret ettim. Çünkü Türklerden o zaman da, şimdi de böyle pek övgüyle bahsedilmez biliyorsunuz. Böyle tanıştım hoca ile. Uzun yıllar bir arada çalıştık.

Rahatsızlığınız sebebiyle hastanede yattığınız bir altı ay var yanılmıyorsam. O dönem Osman Yüksel Serdengeçti size sürekli kitap getiriyormuş.

Evet, evet. Allah rahmet eylesin. Bilmiyorum belki çok az insan tanıyordur Osman Yüksel Serdengeçti’yi, çok önemli bir adamdı. Necip Fazıl’ın da çok yakını idi. Onun Serdengeçti diye bir dergisi vardı.

Osman Abi, milliyetçiliği ve muhafazakâr dindarlığıyla şöhretli bir insandı. Ankara’da Denizciler Caddesi’nde bir kitapçı dükkânı vardı. Küçük bir salonda kitapları satıyordu.

Bu dükkânın perdeyle ayrılan 4-5 metrekarelik yatak odası vardı. Orada yatardı, kalkıp gelip dükkâna oturur, gelen gidenle sohbet ederdi. Aksekiliydi. Akseki’ye giderdi yazın. Oradan bir küple pekmez getirirdi. Bir de ekmek alırdı ve sabah akşam o pekmez ile ekmeği yer, onlarla idare ederdi.

Geliri çok değildi ama kitaptan, dergiden, yayınlanmış yazılarından kazanıyordu. Kazandıklarını yemiyordu, biriktiriyordu ve fakir çocukları okutuyordu. Yani böyle bir insan görmedim ben. Pekmez ve ekmekle besleniyor, bir gün iki gün değil, dikkatinizi çekerim her gün böyle ve kendisi çocuk okutuyordu. Gençlere, özellikle yetenekli olanlara burs veriyordu, bunlara harcama yapıyordu. Biz de bir genç olarak onun dükkanına geldik. Sonra verem olduğumu ve hastanede yattığımı öğrenince ziyaretime geldi. Çok duygusal bir insandı. Bana Dostoyevski’nin kitaplarını getirdi. Ben o zamana kadar roman filan okumuyordum. Başka şeylerle uğraşıyordum; felsefeyle, matematikle… Roman, hikaye bir şey değildir diye düşünüyordum. Fakat Osman abi bana roman okumanın önemini kavrattı.

O sırada diğerlerini de okudum Shakespeare, Goethe gibi. Dostoyevski ise roman seviyesinde zirvedir. Ama Türklerden hoşlanmaz. Türk düşmanlığı vardır. Benim okuduğum Dostoyevski eseri Hakki Süha Gezgin çevirisiydi.

O çevirisinde bazı bölümleri atlamış herhalde, Türklerle ilgili olanları.

Evet, onu söyleyecektim ben de. Hakkı Süha Gezgin bir noktada dipnotu atıp “Buralarda Türklere hakaret ediyor, Türklerin aleyhinde konuşuyor. Gönlüm kendi kalemimle milletime sövdürmeye razı olmadığından bu pasajı çıkarıyorum.” dedi. Onları okuduğum zaman çok kızdım. Ben yirmi yaşında ve gayet sert milliyetçi idim, ama bırakın da ne yazıyorsa okuyalım! Bunu sansür etmek bana çok acayip geldi, hâlâ da öyle gelir. Buna karşılık Tolstoy çok daha insani. Müslümanlara, Türklere sempatiyle bakan bir insan.

Erol Güngör Hoca ile uzun yıllar süren bir dostluğunuz olduğunu biliyoruz. Kendisini yakından tanıyan birisi olarak, Erol Güngör ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Şimdi Erol (Güngör), unutmadığım bir arkadaşım benim. 25 sene her gün görüştük. Çok iyi anlaştığım tek insan Erol oldu. Çok okuyorduk. O zamanlar devamlı yazılar yayınlanıyor; fikirler, teoriler havada uçuşuyordu. Bunları takip etmek için vakit yoktu. Rahmetli Erol’la bölüşürdük. Bir kısmını o okuyordu, bir kısmını da ben. O da İngilizce ve Fransızca okuyordu. Daha sonra birbirimize anlatıyorduk. Bir süre sonra, zihinlerimiz birbirimize tam uyum sağladı. Şöyle bir fıkra var onu anlatayım: Fıkracılar Cemiyeti diye bir yer var. Orada fıkraları anlatmak yerine, “38 “diyor biri ve hep beraber gülüyorlar, 38 numaralı fıkrayı hatırlıyorlar çünkü. Birisi “63” diyor, az yahut çok gülüyorlar. Bir tanesi bir numara daha söylüyor, muazzam gülünüyor. Buna neden bu kadar güldünüz diye sorulunca da “Bunu ilk defa duyuyoruz.” diyorlar. (gülüyor) Evet, Erol’la biz aşağı yukarı bu numaracı fıkra derneği gibi, çok kısa konuşarak çok şey anlatmaya başlamıştık fakat maalesef Cenab-ı Hakk çok genç yaşta aldı onu.

Efendim, Erol Güngör’den bahsetmişken Marmara Kıraathanesi’ni anmamak olmaz. Marmara Kıraathanesi çok önemli kişilerin buluştuğu, sohbet ettiği hem bir ilim meclisi hem de insan yetiştiren bir mektepti adeta. Biraz bize o dönemden ve özellikle Marmara Kıraathanesi’nin o kendine has havasından bahseder misiniz?

Ankara’da Kızılay ve Sıhhiye arasında birkaç yüz metre var. Eğer orada birkaç tur atarsanız o yıllarda Ankara’da tanıdığınız insanların yüzde seksenini o saat içinde görme imkânı vardır. Bu durum İstanbul’da da Marmara Kıraathanesi için geçerliydi. İstanbul’a geldiğim 1960 senesinden 70’lere kadar Marmara Kıraathanesi aynı konumdaydı. Genellikle bizim milliyetçi muhafazakarların devam ettikleri bir yerdi ama solcu olanlar da vardı. Kimler vardı efendim, isim olarak hatırladığınız?

İsmet Zeki (Eyüboğlu) vardı, ondan sonra bir Greek Madame dediğimiz bir hanım vardı sol kökenli. Yani orada çeşitlilik vardı. Tabi Mülkiye’de okurken yakaladığımız çeşitliliği ben bir daha hiçbir yerde görmedim. Daha çok aynı fikirdeki insanlar konuşup görüşüyorlardı. Biz rahmetli Erol (Güngör) ile birlikte benim İktisat Fakültesi’ndeki odamda gece on bir, on ikiye kadar çalışırdık. Ondan sonra Marmara’ya gelirdik, Marmara’da da bir iki saat oturur, sohbet ederdik. Oranın müdavimleri arasında Sezai Karakoç vardı. Rahmetli Ziya Aksun vardı ve çok değerli insanlar geliyorlardı Marmara Kıraathanesi’ne. Bir nevi aile yuvası gibi bir işlevi vardı.

Siz ilim tahsil etme, hayatını buna vakfetme konusunda biz gençler için örnek bir insansınız. Son olarak bizlere ne tavsiye edersiniz?

Aklınıza gelen herhangi bir konuda, ne olursa merak edip, onun peşinde gerekirse bir ömür geçirmelisiniz. Şimdi bir kere ilim ferdî olmaz. Türkiye’de ferdi aşacak, kolektif bir ilim ortamı da yoktur. Onun için tek başına yapmak zorundasınız. Merak etmek bu işin olmazsa olmazı. O merak artık sizin mesleğiniz haline gelecek. Günün her saatinde meşgul olacaksınız o problemi çözmek için. Bunu öneririm. Sonunda çözdüğünüz o şey size büyük bir ferahlama verecek. Konular değişebilir fakat sabit kalacak olan meraktır. Bir de şunu untumayın: İlim çok kıskanç bir şeydir. Para, şöhret ve mevkiyle hiç uzlaşmaz, hemen kaçar. Siz farkına dahi varamaz, arkasından bakakalırsınız.

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?