Mustafa Çiftci
Babamın adı Portakal Ahmet; “Esas adım Portakal da Ahmet’i sonradan eklemişler.” derdi de gülüşürdük. At arabacısı idi babam. Bir atımız ve bir arabamızın olmasından ne çok gururlanırdım. “Atımız tek başına ne yükler altına girer de gece yatmaz ayakta uyur…” diye hava atardım. Meğer atlar genelde ayakta uyurlarmış sonradan öğrendim. Öğrendiklerimin yekununu bir hesaba vursanız hepsi babamdandır. O ne anlatırsa, nasıl anlatırsa o şekilde aklımda kalır. Sadece ben değil anam, bacım da öyledirler. Babamın ağzının içine bakarlar.
Eski Adamların Hikayeleri
Babam eve yorgun ve üşümüş gelir. “Belki üşümekten yoruluyordur.” diye düşünürdüm. Ama babalar üşümez gibi sanki. “Neden üşüyorsun baba?” demeye çekinirdim. Babam yemek yer sonra biraz kestirir. Ve ben o uyurken derslerimi bitirir hazır olurdum. Neye hazırlanıyorsun derseniz, babama hazırlanırdım. Babam uyanınca bir limonlu çay ister. Çayını içerken de beni dinlemeye başlar. Sesli olarak o günün takvim arkasını, tarih kitaplarını ve menkıbeleri okurum babama. Babam, “Ben okumanın tadını askerdeyken aldım. Askerde boş bir su deposunu beklerdik. O nöbetlerde eski adamların hikayesini arkadaşım okurdu ben dinlerdim.” derdi. Tarih okumak ona göre “eski adamların hikayeleriydi.”
At arabayla rızkının peşinde olan babamın akşamları “eski adamların hikayelerini” benden dinlediğini sınıfta söylemiştim de sınıftaki sıpalar gülüşmüştü. Ama öğretmenim gülmemiş ve sınıfı susturmuştu. “Siz okumaya devam edin yavrum.” demişti. O demese de biz okuyorduk zaten…
Kitap için bile olsa para isteyemezdim babamdan. Çekinirdim. Kitap okumak için satın almak şart değil ya diyordum. Kütüphaneye gidiyordum. “Devletin ne çok parası var.” derdim. “Bu kadar kitabı almış koymuş buraya. Hani gelen yok giden yok. İki tane memur akşama kadar boş binayı bekliyor.” derdim ve kitapların hatrı kalacakmış gibi hepsine bakmak isterdim. O memurlardan biri bana izin vermezdi. “O kitaplar sana göre değil haydi bakayım” diyerek çıkarırdı beni rafların arasından.
Yolumu Kütüphaneye Çevirdim
“Kar yağınca tatil olur mu acaba?” diye bekleyen talebe kısmından değildim. Ben okulu severdim yahu. Gerçekten diyorum bak severdim. O gün sabah okulun tatil olacağı geceden belliydi. Çok yağmıştı kar. Ben tatil haberini yarı yoldayken aldım. Eve dönmek istemedim. Yolumu kütüphaneye çevirdim. Yolda arkadaşım Hasan’a rastladım. Arkamdan seslendi. Sonra koşarak yanıma geldi. Elinde kızağının ipi vardı. Hem koşmuş hem kızağı çekmişti. Nereye gittiğimi sordu kütüphaneye dedim. “Beni de yanına alırsan seni üç tur kaydırırım bununla.” dedi. “Kızakla kaymak iyi olur.” diye düşündüğümden kabul ettim.
Kütüphaneye vardık. Kızağını at bağlar gibi bağladı Hasan. Sonra içeri girdik. Biraz kitaplara baktık. Ben kitap almak isteyince Hasan da heveslendi ama onun kütüphane kartı olmadığından alamadı. Hasan zaten okuyacağından değil de iş olsun diye istemişti. Ben Hasan’ın ciğerini bilirim, Hasan okumaz ama hava atmayı severdi. Ben tatil olduğu için üç kitap aldım. Kütüphaneden çıkınca Hasan inatlaştı. “Kitaplarını kızağa koy taşırım ben.” dedi. “Yok…” dediysem de Hasan’ın inadını kıramadım. Hasan kitapları kızakta çekerken ben sürekli kitaplara bakıyordum. Kızağın gidişatı hiç iyi değildi, sallanıp duruyordu. Ve korktuğum başıma geldi. Hasan kitapları devirdi. Ben hemen koştum kaldırdım kitapları ama ıslanmışlardı çoktan. Hasan burnunu çekerek konuştu: “Sobanın yanına koy, sabaha varmadan kuru olur eskisi gibi yani.”
“Kuru olur” denmez “kurur” denir diye düzelttim ama kitaplar sobanın yanında kurusun diye dua ettim. Eve geldim. Canım çok sıkılmıştı. Hasan’a kızıyordum. Kitapları sobanın yanına koydum. Kurudular ama yaprakları büzüşmüştü. Kitapları Hasan’a gösterdim. “Dayak yemişler gibi” dedi. Ve çok üzüldü Hasan. “Bu haliyle kitaplar geri verilmez yenisini almak lazım.” dedi. “Yenisini almak bana düşer suya ben düşürdüm…” deyince Hasan’a sarıldım. “Çok sağol” dedim. Hasan filmlerden öğrendiği gibi cevapladı: “Sen sağol koçum…” Gülüştük.
Paramız yoktu ama planımız vardı. Hasan’ın kızağına bir liradan bindirecektik. Yani kızağı kiralayacaktık. Yokuşun başına geçip beklemeye başladık. Kaymak için gelenlere ben kampanyamızdan bahsettim. Ama kimse bir lira vermeye razı olmuyordu. Poşet getirip onun üstünde kayıyorlardı. Hasan bu durumu hiç anlamıyordu. “Kızak dururken poşete binmek neymiş. Bir lira verseler ölürler mi acaba?”
Kızağımıza bir lira verip kayan olmadı. Ertesi gün Hasan’ı ikna etmek için çok uğraştım. “Kızağı kiraya vermekle olmayacak satalım kızağı, kitapların yenilerini alırız üstüne de okulun karşısındaki pastaneden sıcak çikolatalı süt içeriz.” dedim. Hasan; “…olmaz” dedi “…ben sıcak süt sevmem. Salep içeriz.” “Tamam…” dedim.
Satılık Kızak
Kızağı satılığa çıkardık. Hasan okulda kimi gördüyse söylemişti. Hatta birkaç müşteri kızağa talip oldu ama fiyatını çok buldular. Biz akşama kadar beş kere fiyatı aşağıya çektik. Hasan hesaplamıştı. Fiyatı daha da aşağı çekersek kitapları bile zar zor alıyorduk. Çok bekledik ve üşüdük. Kitaplar aklımdan hiç çıkmıyordu hiç. Kızağın başında beklerken Türkçe öğretmenimiz bizi gördü. Durumumuzu sordu. Ben anlattım. Öğretmene anlatırken hikayemiz bana çok acıklı geldi. Nasıl oldu bilmiyorum ben ağlamaya başladım. “Kitapların yenisini alamazsak kütüphaneci bana artık yeni kitap vermez. Hatta bizi karakola şikayet eder, Hasan öyle diyor. Biz karakola düşersek babam bana darılır öğretmenim.” dedim. Hasan; “…sıcak salep de içemedik.” dedi.
Öğretmenimiz ne kıyak adammış. Gelin dedi bizi salep içirmeye götürdü. Saleplerimizi içerken de müjde verdi. “Ben kütüphane ile görüşürüm merak etmeyin size yeni kitap verirler.” Ben yine çok duygulandım. Öğretmenimize sarıldım. O sırada Hasan; “…eski kitapları istemezlerse onları da satalım.” dedi. Hasanın dediğine çok güldü öğretmenim. “Onları iade edersiniz, yenilerini istiyorlarsa ben alırım merak etmeyin.” dedi. Ve bin kere öğretmenimize teşekkür ederek ayrıldık. Hemen eve gitmedik. “Madem satılmıyor kızakla biz kayalım…” dedik. Kızakla kayarken ben de okuyup öğretmen olsam kızaklarını satamayan çocukların elinden tutarım sevabına diye düşündüm…