Selim Tiryakiol
Bir hocazade olarak hayatımın her döneminde cami ve imamet merkezi noktada olmuştur. Çocukken babamla birlikte evimizden çıkarak sabah namazına gidişimizi içimde cennetten bir huzur gibi hâlâ anımsarım. Yazları Kur’an kursunda bütün çocuklarla birlikte caminin içerisinde koşturmamız, rükuda nasıl duracağımızı babamın üzerimize bir bardak su koyarak öğretmesi, biraz büyüyünce Ramazanlarda akşam ezanlarını okuma vazifesinin camiye gelen biz çocuklara verilmesi hepsi kimliğimin bir parçasıdır. Bununla birlikte daha sonraları bazı softa arkadaşlarımın babamın neden sakal bırakmadığına dair soruları, imamlara dair bazı halk inançları da içimde zaman zaman bir gerginlik olarak ortaya çıkmıştır. Fakat çok sonraları anlayacaktım ki benim çocuk gönlümle yaşadığım bütün bu iç huzuru, sekinet, kırılmalar, çatışmalar aslında Türkiye’nin hikayesidir.
Kutuz Hoca’nın Hatıraları – Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası kitabını okurken kendi hikayemin bir Türkiye hikayesi olduğuna ve aslında hepimizin küçük dünyasında olup bitenlerin büyük bir sosyal değişimin yansımaları olduğuna dair kanaatim pekişti. Kitabın hazırlayanı İsmail Kara’nın da belirttiği gibi cumhuriyet devrinin belki de üzerine en çok konuşulan ama ilmi anlamda en az anlaşılmış meselesidir hocaların cumhuriyetle ilişkisi.
Cumhuriyeti kuran ideoloji, daha doğrusu bu ideolojiye sahip insanlar, tıpkı başka ailelerin çocuklarına özenen çocuklar gibi hem özendikleri gibi yaşamaya çalışmış hem de yeterince onlar gibi olamadıklarını hissettiklerinde bunun sorumlusu olarak evvela hocaları göstermişlerdir. Hocalara olan bu nefret Cumhuriyet devri kurucu kadrolarının tavır, davranış ve söylemlerinde rahatlıkla okunabilir. Öyle ki bu bakış Cumhuriyet devrinde yazılmış bir çok romana konu da olmuştur. Romanlardaki ve sonraları Yeşilçam filmlerinde imam tipolojisi, aslında hep bu zihniyetin kendi kafalarındaki zehrin yansımasından başka bir şey değildir.
Yazının tamamını Okur’un 15. sayısında bulabilirsiniz: bit.ly/3idf6PP