Mustafa Çiftçi
Sabahattin Ali 21 Ağustos 1927’de İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’ndan mezun olur. Henüz atama beklerken Ankara’ya dayısını ziyarete gider. Dayısı Doktor Rıfat Ertüzün’dür. Doktor dayı Yozgat Devlet Hastanesi’ne başhekimliğe atanır. Sonra arkadaşlarına rica eder ve yeğenini de Yozgat’a öğretmen olarak atanmış halde beraberinde getirir. Böylece Sabahattin Ali 1 Ekim 1927′ de Yozgat Cumhuriyet Mektebi’nde vazifeye başlamış olur.
Ama dayısına yoldaş olup geldiği bu şehri hiç sevmez. Çok sıkılır. “Bir Siyah Fanila İçin” hikayesini buradayken yazar ve orada şöyle söyler: “İstanbul hasreti beni fena halde sarstı. Evleri, sokakları, denizleri, insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray’da karpuz satan bir külhanbeyi bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu.”
Coğrafya Lanet mi?
Yozgat’ta bulunduğu sırada yanında olan kuzeni Reşit Mazhar, anılarında birlikte geçirdikleri günleri şöyle anlatır: “Yozgat’ta uzun ve soğuk kış gecelerinde haftanın belirli günlerinde o zamanki deyimle ‘vilayet erkanı’nın evlerinde, bu arada bizim evde (…) toplantılar yapılırdı. Sabahattin bu toplantıların neşe kaynağı idi. Daha o günlerde Sabahattin’in girişkenliğini, hiç yabancılık çekmeden herkesle ahbaplığı samimiyet derecesinde ilerletivermesini biraz da şaşkınlıkla gözlemişimdir.”
Sabahattin Ali Yozgat’tayken “Bir Cinayet Sebebi”, “Siyah Bir Fanila İçin” adlı hikayelerini yazmıştır. Ayrıca “Yat ve Uyu” “Mefkureci” “Bedbin” adlı şiirleri de bu günlerden izler taşır derler.
Sabahattin Ali’nin Yozgat ile alakalı mektuplarında bahsettiği ifadeleri buraya alamayacağım. O ifadeleri okumaya ve sizinle paylaşmaya vicdanım el vermiyor. Bir memleketin coğrafyasını oranın laneti gibi sunmak, ahalisini toptan itham edecek ifadeler kullanmak, eşraf ve ileri gelenleri tahkir etmek, benim anlayamayacağım şeyler.
Sabahattin Ali’den bahis açanlar onu çok hareketli, konuşmayı, gülmeyi ve güldürmeyi seven, o kadından bu kadına sürekli aşık olan, hercai ve çok zeki bir genç olarak tarif ederler. Toplantıların ve akşam oturmalarının gözdesi, aşk adamı, zeki bir gençten daha zarif daha nükteli, daha zekice ifadeler beklenirken Sabahattin Ali, odun gibi ifadelerle yaşadığı yeri anlatmayı seçmiştir.
Benzer bir hoyratlığı Yaban romanında Yakup Kadri yapar. Romanın kahramanı Ahmet Celal’e öyle şeyler söyletir ki siz okurken ikrah edersiniz. Öyle bir taşra öyle bir köy anlatır ki okuyanlar Yakup Kadri herhalde köyden ve köylüden çok çekmiştir, der. Aksi halde bu kadar kerih görmek, böyle ifadelerle köy ve köylüyü anlatmak zor açıklanır.
Sabahattin Ali’nin taşradan sıkılması bir varlık sancısı değildir, varoluşsal bir sıkıntı değildir. Düpedüz arkadaşlarını, meyhaneleri, deniz kenarını yani alıştığı ortamı özlemiştir. Bu anlaşılır bir şeydir. Buradan hareketle “taşra ve sıkıntı” üzerinden büyük laflar etmek beyhudedir.
İncindiğimizi Not Düşelim
Yazının böyle bir tılsımlı tarafı var. O gün öylesine yazdığınız, üzerinde durmadığınız şeyler sonradan bir leke gibi kalıyor tüm yazarlık hayatınızda. Sabahattin Ali ile konuşabilsek ve “… burada yaşayanların da bir kalbi vardır, iklim zor, tabiat çetindir, insanlar erkenden uyur, İstanbul’dan gelmiş hızlı bir genci idare edecek bir eğlence hayatı yoktur, okumuş, yazmış, sana yoldaşlık edebilecek gençler de harp görmüş kıtlık çekmiş bir memlekette azalmıştır. Ama bütün bunlara rağmen, hepsine rağmen burada yaşayanların da bir kalbi vardır. İncinebilirler. Hatır kırmak, gönül incitmekten hiç çekinmiyor musunuz? Yazar olmak sizi elinde kalem sağı solu kanatmak ayrıcalığını verir mi?” desek, ne der acaba?
Uzun lafın kısası Sabahattin Ali Yozgat’ı ve Yozgatlıyı hiç sevmemiştir. Yazdıkları ortadadır. Ama biz kendisini yine rahmetle analım. Eserlerinden istifade etmeye bakalım. Ama incindiğimizi de tarihe not düşelim ki bizim de bir kalbimiz olduğu unutulmasın.