İsa Karaaslan
Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme kitabında sessizliğin ve durağanlığın arttığı bir anda, birdenbire hayatın edebiyatın önüne geçtiğini hatırlatan bir cümle tüm sessizliği bozar. Çünkü kahramanın ceplerinde, boş bir değişme umudundan ve ölüm korkusundan başka bir şey yoktur.
Hayatın olağan akışında ilerleyen bir dili var Barış Bıçakçı’nın. Edebiyattan çok hayatla ve gerçekle kurulan doğal bir yakınlık sezilir onun cümlelerinde. Fırtınasız bir dildir bu. Hayatın kitaplarda durduğu gibi durmadığının bilincinde bir farkındalıktan süzülüp gelen bir dil. Veciz Sözler kitabında “İnsanın en büyük hazinesi suskunluğudur.” diyen yazarın bu metinlerinde de suskunluğunu bir hazine olarak kullandığını söylemek mümkün.
Tanpınar, romanlarında konuşup şiirlerinde sustuğunu ifade etmişti. Barış Bıçakçı ise romanlarında ve öykülerinde susmayı tercih ediyor, bir dil tercihi olarak yapıyor bunu. Sadelikten gelen bir tesir var bu yüzden Bıçakçı’nın metinlerinde. Metinlerde yer yer parlayan şiiriyet, yazarın şiirle kurmuş olduğu bağı da hissettiriyor okura.
Beni Merak Etme
Nasıl ki Orhan Pamuk karakterleri birden şairane bir hüviyete bürünürler, “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesi ile başlayan Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal’in hikayesi “Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım.” cümlesiyle sonlanır, iki mısranın arasında geçen bir serüven gibi bitiverir roman. Biliyorum, der Barış Bıçakçı da, ve gerçeğin dramatik akışından bir şiiriyet çıkarır, şiir mi değil mi gerçek mi hayal mi pek anlaşılmayacak: “Yine kitaplara gömüleceksin, sayfalarında ikimize rastlama ihtimalinin peşinden giderek deli gibi kitap okuyacaksın ve bu sana iyi gelecek. Senin iyi olduğunu bilmek bana yeter. Beni merak etme.”
Bazen alnını gökyüzüne dayasa da kitaplarında, hayatın kitaplarda durduğu gibi durmadığının da bilincindedir. Bu sebeple Barış Bıçakçı’nın metinleri hayatın katı gerçekliğinden asla bütünüyle kopmaz. Bazen gerçekliğin kendisi bir imgeye bürünür. Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme kitabında sessizliğin ve durağanlığın arttığı bir anda, birdenbire hayatın edebiyatın önüne geçtiğini hatırlatan bir cümle tüm sessizliği bozar. Çünkü kahramanın ceplerinde, boş bir değişme umudundan ve ölüm korkusundan başka bir şey yoktur.
Kağıttaki Boşluğa Tahammül Etme
Sakin bir renk denizinde olanaksız gökkuşağına bakan, bütün renkleri kullanmış olmanın verdiği bitkinlikle yaptıkları resimlerde hayallere dalan, dağılan, dağılırken de nafile bir bütünlük arayışında olan “Elinden kaçırdıklarına, dağılıp gidenlere, dağılırken kendisini de dağıtan şeylere bakar gibi.” kahramanların yer aldığı bir öykü kitabını okuyorsunuzdur işte o an. “Yalnızlığının ucunu sivriltmiş, tek başınalığı bir silah haline getirmiş” kahramanlarla konuşuyorsunuzdur.
Bütünlüğe ulaşma çabasıyla etrafındaki fazlalıklardan, eşyalardan kurtulmaya çalışan o kahraman gibi, yazarın bütünlüğe ulaşma yolculuğu bir yerlerden tanıdık gelecektir. Yazarın da kelime fazlalıklarından, gereksiz uzun cümlelerden, ağdalı sözlerden kurtulma çabası, onu kahramanıyla aynı kadere sürükler bir bakıma: Kağıttaki boşluğa tahammül etme gerekliliği.
Kitaptaki öyküleri okuduğumda, kitabın bende bıraktığı başat duygunun yarımlık olduğunu söyleyebilirim. Yarım yaşanmış, yarım hissedilmiş ve belki de üstü kapatılmış duyguların dışa vurumu bizi karşılayan. Hayatın içinde bize kitaplardan daha yakın olan fakat bilincimizin altına süpürülmüş ölümün katı gerçekliği de işleniyor bazı öykülerde. Yarımlık duygusu, kitapta bütünlüğe ulaşmak isteyen kahramanın, mecazla gerçek arasında üslup karmaşası yaşayan, kitabın başında içinden konuşan kahramanın konuşmalarından ve kitaptaki bazı tamamlanmamış cümlelerden çıkarsanabiliyor.