Mustafa Özel
Roman, modernliğin sicil defterlerinden biri olarak, bireyleşme ile sanayileşmenin kesiştiği alana tutulan aynadır. Türk roman tarihinde Halid Ziya müstakbel bireyi, Tanpınar yarım-bireyi yazmış, kamil bireyi yazmayı da gelecek nesillere bırakmışlardı.
Süleymaniye semtinde, o muhteşem mabedin yanısıra bir düzine kadar camii ve mescidin bulunduğu bir ortamda yaşadığı halde kulağına hiç ezan sesi gelmeyen Ahmet Cemil, geleceğin Türk bireyini haber veriyordu (Mai ve Siyah).
Tanpınar elli yıl kadar sonra, Ahmet Cemil’lerin yaşadığı dünyada “içtimai jeolojinin merkezi camii idi” derken (Sahnenin Dışındakiler), asli faaliyeti ticaret değil de ibadet olan bir toplumda bireyleşmenin imkansızlığına işaret ediyordu. Romanında, pek de dindar olmayan kahramanı Müraî İbrahim Efendi bile en azından şeklen cemiyetten uzaklaşamıyor, sokağa her çıkışında dindar bir adam maskesi takıyordu. Yazar Mahur Beste’nin kahramanı Behçet Bey’i ise romanın tam ortasında unutuyor, kurgu onsuz bitiveriyordu. Toplumda henüz tam var olmayan bireyi, romancı nasıl yazsındı?
Tarihçiler ve toplumbilimciler haklıysa, sanayileşme olmadan feodal yahut köylü kültürden kurtulamaz, dolayısıyla kendi ayakları üzerinde durabilen bireyi vücuda getiremezdik. Peki bu sancılı ve sürüncemeli sürecin romanını yazabildik mi? Belki kısmen yazdık, ama çoğu bugüne ulaşamadı. Son yıllarda, gerek 19. yüzyılda, gerek 20. yüzyılın ilk yarısında yayımlanan ve bugünkü kuşakların pek bilmediği birçok roman yeniden basılıyor. İkinci gruptakilerden, “Türk Zola” lakaplı Selahaddin Enis, Suat Derviş, Mahmut Yesari ve İlhan Tarus’unkiler ilk aklıma gelenler. Tarus’un edebi değerinden ziyade tarihi değeri bulunan Uzun Atlama: Bir Endüstrileşmenin Romanı (1957), aslında gezi ve röportajlardan ibaret. Fakat bireyleşmenin tarihsel arkaplanı olan sanayileşme sürecine ışık tutması bakımından öğretici. İlginç olan, sanayileşmenin ürünlerine olan talep bireyleşmeyi hızlandırırken, sanayileşmenin kendisi sistemli bir grup dayanışması gerektiriyordu.
Şekerle Gelen Medeniyet
Röportaj-roman bir tanıklıkla başlıyor. Alpullu tren istasyonu hareket memuru Rıdvan Efendi şu hadiseye şahit olmuş ve yazarımıza anlatmıştır: “Delikanlı bir çoban, sabahın erken saatlerinde garın küçük bakkalına uğramış ve 100 gram toz şeker istemiştir. Sürüsü, yüz adım ötede rayları geçmek üzere olduğundan çoban telaşlıydı. Hareket memuru ve bakkal meraka düşüp sordular: Dağ başında şekeri ne yapacaksın? ‘Ekmeğime katık edeceğim.’ Sonra kısaca izah etti: Kuru katıkların en ucuzu, en bol bulunan, en tatlısı şekerdi. Ayrıca şeker insanı besliyor, ısıtıyordu.” Tarus sözünü şöyle bağlıyor: “Birkaç yıl içinde gerçekleşen bu fark, endüstri alanında ve refah seviyemizde varılan aşamayı belirtiyor. Bu bir inkılâp, bir uzun atlamadır.” (Uzun Atlama, İstanbul: H2O Kitap, 2018.)
İlhan Tarus, roman adını verdiği bu gezi-röportaj kitabının roman yazmaktan bile üstün olduğunu hatırlatmaktan da geri durmuyor. Memleket gerçeklerini gidip yerinde görmek insanlara zor geldiğinden, “oturup masa başında roman yazmayı” tercih ediyormuşuz. Dedelerimiz de öyle yapıyormuş. Tam da Avrupa’nın sanayi alanında şahlandığı bir çağda, “biz torunlarına Nedim’in manzumelerinden, derviş höykürmelerinden, birer padişah fetihnamesinden ibaret olan tarih taklidi elyazmalarından başka bir şey bırakmadılar.” Oysa dokumacılıktan sepiciliğe ve işlemecilik sanatlarına kadar birçok sanatta dünya çapında usta ve üstatlar yetiştirmiş idik. Bunların eserlerine dair doğru dürüst bir şey yazmamışız. “Endüstride bu kadar geri kalışımızın sebepleri arasında, bildiğimizi, gördüğümüzü beyaz kağıda geçirmekteki aczimizin büyük rol oynadığını da saymak yerinde olmaz mı?”
Tarus’a göre, modern medeniyetin alamet-i farikası fabrikadır. “Türk köylüsünün evine buzdolabı girecekse, Türkiye toprakları üstünde tek yoksul ve muhtaç adam kalmayacaksa, bu ancak fabrika sayesinde olacaktır. Bu yüzden fabrika üstüne fabrika kuracağız. Fabrika medeniyetine mümkün olan hızla gireceğiz. Fabrika medeniyetini kabil olduğu kadar büyük ölçüde vatanımıza yerleştireceğiz.” Bu sadece maddi anlamda zenginleşme değil, fikren ve ruhen de gelişme demektir. Şeker fabrikasında sadece pancar, şekere dönüşmüş olmuyor; insan hünerinin bir şaheseri meydana getiriliyor. “Orada köylüler yirminci yüzyılın manasını anlamaya başlıyorlar. Orada bugünden itibaren makine mucizesinin insanoğlunu fikren kalkındıran, manen zenginleştiren, maddeten yükselten eserleri doğacak. Mühendisin kılık kıyafetinden düşünüş ve yaşayış tarzına kadar her şey, yakındaki şehirde yaşayan insanların, kasabalıların, köylülerin görgüsüne sunulacak. Yıl geçmeyecek, asgari yüz mühendis, memur, muhasebeci ve teknisyenin hanımları nasıl giyiniyorsa, yakın şehrin, kasabanın, köyün hanımları da öyle giyinmeye heves edecek.” Merhaba Madame Bovary!
Daha sonra bu medeniyet mucizesinin yönetim felsefesini irdeleyen Tarus, dostluk ve dayanışma ilkelerini öne çıkarıyor. İlk bölümün alt başlığı: “Bir Endüstri Ailesi Var!” Sadece bir tek fabrikada değil, ülkenin bütün fabrikalarındaki idareci ve çalışanlar, birbirine aşina geniş bir aile gibidirler. “Vatanın bir ucundaki fabrikada herhangi bir şube şefine, kasten yeni açılmış bir fabrikada filanca makamı işgal edenin adını sorduğum zaman, daima hal tercümesiyle birlikte istediğim cevabı aldım… (Bu işletmelerde) en büyük ve kuvvetli bağ iş arkadaşlığıdır.”
Şeker fabrikalarını devlet kurmuştu; oysa sanayileşmenin kök salması ancak özel sektörde benzer bir “iş arkadaşlığı” ruhunun uyanmasıyla mümkün olabilirdi. Ben on yıl kadar önce yazdığım bir yazıda (Anlayış, Haziran 2009) bu yönde atılan bazı yerel adımların önemine dikkat çekmiştim. Gazetelerde pek de dikkat çekmeyen bir haber okumuştum: “Yerel perakendeciler, yabancı rakiplerine karşı ‘Fayda’da birleşti.” Hayırlı olsun; Fayda’nın faydası ne olabilirdi? Haberin ayrıntısı şuydu: Yerel perakendeciler “üretim maliyetlerini aşağı çekmek ve fiyat rekabeti sağlamak için” güçlerini birleştirdi. Türkiye Perakendeciler Federasyonu üyesi 73 şirket bir araya gelerek “Fayda”adlı bir şirket kurdu. 852 şubede satılmak üzere kendi yeni oluşturacakları markaları tüketiciye ulaştırmayı amaçlayan şirket, ilk yılda “üye zincirlerin 3 milyar TL’yi bulan cirosunun yüzde 5’ine ulaşmayı” amaçlıyor.
Yönetim Kurulu Başkanı Turan Özbahçeci, Avrupa’da perakende sektörünün yarısının üç veya dört marka tarafından kontrol edildiğini belirterek, “Türkiye’de çok ciddi yerel markalar var. Uluslararası firmalar satın almakla bitiremez.” diye konuştu. Yerel perakendecilerin seslerini çıkarabilmesi için bir araya gelmelerinin zorunluluğuna işaret eden Özbahçeci, bu nedenle önce İstanbul ve Ankara’da kurulan perakendeci derneklerinin daha sonra federasyon çatısı altında birleştiğini aktardı. Federasyondaki 226 şirketin “Ortak ne yapabiliriz, birlikte nasıl bir adım atarız?” düşüncesinden yola çıkarak Fayda’nın temellerinin atıldığını söyleyen Özbahçeci, ilk olarak 73 firmanın ortaklığı ile şirketin kurulduğunu dile getirdi. Şirkette her üye aynı oranda hisseye sahip. Yapıya şahıslar değil şirketler yani tüzel kişilikler üye oluyor. Şirkete üye marketler Türkiye genelinde 23 ilde 852 nokta ile müşterilerine ulaşıyor. Toplam çalışan sayısı 20 bin.
Carrefour’un Ümraniye şubesinin temeli atılırken, bakkallar olayı protesto amacıyla Başbakan Özal’ın yolunu kestiklerinde, Özal kendilerine “Birleşin!” mesajı vermişti. Fayda A.Ş.’nin kuruluşu bu mesaja 20 yıl gecikmeli cevap gibiydi. Küçük ticari birimlerin daha güzel ve insani olduğunu hepimiz kabul etsek de, çoğumuz maliyet ve diğer sebeplerle büyük mağaza ve marketlerden alışveriş ediyoruz. Bir yörede mesela bir 3M Migros açıldığı zaman, 50-60 bakkal kapanmak zorunda kalıyor. Bu tür gelişmelere slogan atarak tepki göstermek maalesef hiçbir sonuç vermiyor. Tek çözüm, güç birliği etmektir. Bu topraklarda siyasi olduğu kadar ekonomik bağlamda da yeni bir “ortaklık kültürü” geliştiremezsek, ayakta kalamayız!
Şair Eşref ve Köy Bakkalları
Bundan tam 110 yıl önce Şair Eşref de köy bakkallarına “Birleşin” diyordu:
Dinleyin bu pendi ey ehli kurrâ
Kalmayın böyle umumen fukara
İçinizden beri gelsün muhtar
Edeyim bazı hususu ihtar.
Ey köylüler, sözümü dinleyin. Böyle yoksul kalmayın. Hicivleriyle meşhur şair, köy bakkallarına birleşmenin yanı sıra eğitimi ve bilimsel çalışmayı salık veriyordu:
Okuyup yazma zamanı bu zaman
Akil ol, fırsatı öldürme aman
Her ne söyler ise yap mühre-i fen
İtiraz eyleme cehlin ile sen
“Böyle gördüm” diye etme ısrar
Neresinden ziyanın dönsen, kâr.
Günümüzün yerlileri Avrupalı büyük rakiplerine karşı birleşiyorlar. Peki, Eşref devrinin köy bakkalları kime karşı birleşeceklerdi?
Sille’den geldi şu bakkal
Yani Köyü zaptetti bütün külhani
Geldiğinde var idi üç lirası
Geçti mi dört sene bilmem arası
Veresi verdi sizi etti zebun
Oldunuz köyce herife medyun.
Sille, Konya’ya bağlı eski bir Rum köyüdür. Şiirde Avrupalıyı veya gayrimüslim azınlığı temsil ediyor. Sille türkülerinden birinde Âşık Figani şöyle figan ediyor:
Gülmedim dünyaya geldim geleli
Ne kara yazılı garip başım var
Ezelden talihim böyle çalınmış
Sanmayın sonradan benim aşım var
Fakir zahmetinden yaram sızılar
Yiyecek istiyor evde kuzular
Figani’yim gurbet elde ölürsem
Tarihi belirsiz mezar taşım var.
Sille yerlisi evdeki kuzuları beslemekten aciz gurbete çıkmışken, köyün Rumu Yani orada işini bitirmiş, başka köyleri “tokatlamaya” koyulmuştur:
Ununu Yani elekten eledi
Sille’den geldi, sizi silleledi
Sen emek çek üzümü Yani yesin
Hem yesin, hem sana hırbo desin.
Şaire göre tokatlanmamanın yegane yolu emek ve sermayeleri birleştirmektir:
Size uymazsa, zamana siz uyun
Toplanın bir yere sermaye koyun
Sürüde bir tekeden bin döl olur
Katreler bir yere gelse göl olur.
Şair Eşref’in önerdiği “sosyal model”, eski küçük bakkaliyeleri ortadan kaldırıp, ortak büyük bir bakkal dükkanı açmak ve elde edilecek kazanç ile de köyün çocuklarını okutmaktır:
İçinizden birini bakkal edin
Eski köy bakkalını battal edin
Hissedar olun ona köylü bütün
Olacak kârı verin mektep içün
Sokunuz bakkalı böyle araya
Mektebin masrafı çıksın daraya.
Şair, kendisini hayalcilikle itham edecek olanlara da cevap vermeyi unutmuyordu:
Bu sene yap bunu, ihmal etme
“Başa çıkmaz bu!” deyip de gitme
Niyeti halis olunca kişinin
Hayrolur akıbeti her işinin.