|

Şimdi Bana Kaybolan Evlerimi Verseler

Ali Sürmelioğlu

Duvarların içinde yaşayanların üstüne üstüne geldiği 21. yüzyıl insanına geçmişteki ikamet düzeni garip gelebilir.  Lakin çok değil kırk sene evveline kadar İstanbul konut olarak betonun değil ahşabın, çekirdek aile değil geniş ailenin beraber yaşadığı, çoğu yerlinin müstakil bir bahçe içinde ikamet ettiği bir yaşam formuna sahipti.

Hukuki terminolojiye hakim değilim, dolayısıyla bir sözlükten olduğu gibi anlamı kopyala yapıştır usulüyle buraya koymayı uygun görmedim. Benim çağrışım dünyamdaki yansımasıyla “gaiplik kararı”; uzun zaman önce kaybolmuş, yeniden bulunamamış kişilerin mahkeme yoluyla tespitinin yapılarak kayıttan düşülmesi. Bir nevi envanter kaydı. Size işte hakkında gaiplik kararı çıkarmaya kimsenin elinin gitmediği, ardında kalanların gün gün kederinden eridiği bir vakıayla geldim bugün. Bugün? Aslında bir âna, kısıtlı bir zaman dilimine sığdırılamayacak kadar uzun, hoyrat bir sürecin nihayetinde olmak en acı olanı. 

Değişmeyen Barınma İhtiyacı

Adem Nebi’den beri ihtiyaç hiç değişmedi. İnsan, nasıl yaşamımı idame ettirebilirim, sorusuna, güvenlik, barınma, yemek gibi temel dürtülerle cevap verdi, vermeye de devam edecek. Orta Asya’da tarihe kaydı düşülen atalarımızla beraber barınma ihtiyacının bizdeki ilk form, kolay kurulum, kolay söküm, taşınabilirlik ve tabiatla irtibatından dolayı çadır olarak karşımıza çıkıyor. Uzun göçlerin, Türkistan çöllerinin, bozkırın, hayvanların, nebatın ilmek ilmek motiflerle işlendiği; kiminin bereketi, kiminin kahramanlık hikayelerini, kiminin birkaç sene evvel konaklanan yazlakların hatırasını taşıdığı çadır yahut bey postunda oturanın otağı, etimolojik bir dönüşümle odaya dönüşürken kalabalık aile çoktan Seyhun ile Ceyhun’da atlarını sulamış, Pers coğrafyasını nalları altında çiğnemiş, “Anatolia”nın şarkından girip garbından İstanbul surlarına kadar dayanmıştı.

Göçebe kültürün izlerini görmek hala mümkündü. Kerpiç evlerin hatıllarında, tavan elemanlarında, kirişlerde kullanılan ahşap coğrafyanın özelliklerini, dahası coğrafyanın sunduklarını da dikkate alıyordu. Toros yamaçlarında kullanılan malzemeyle, Kastamonu’daki ağaç aynı değildi. Sıvasından sundurmasına, hayatından kafesine kadar sıcakla soğuğun, nemle kurağın farkını görmek mümkündü. Sıcak iklimde cam kaplaması kahverengiye, soğuk memleketlerde griye dönüyordu. Bazı memleketlerde her mutfağın (aşana) kendi kuyusu varken İstanbul’da kuyular yerlerini sarnıç ve ayazmalara bırakabiliyordu. Bu çeşitlilik yerleşiklikle beraber kendine başka formlar aramaya da başlayacaktı.

Bu çeşitliliği sağlayan biraz da tedarik ve şekil verme kolaylığı, depremdeki can kaybını azaltması gibi avantajlardan dolayı ahşabı öncelemeyi de beraberinde getirmişti. II. Beyazıd devrinde yaşanan büyük depremde kaybedilen insan sayısının fazlalığı gibi etkenler devleti halka yaşam alanı olarak kagir binadan çok ahşaba sevk etmek mecburiyetinde bırakmıştı.

2 Oda 1 Salon

Kapıdan girince solda portmanto, bir metrelik mutfak tezgahı, salonda televizyon ünitesi karşısına konumlandırılmış bir berjer ve bir L koltuk, yatakla gardırop arasında yürümek imkansız. Balkon zaten Fransız, nefes almaya, çamaşır asmaya, hele de rüzgarı hissetmeye imkan dahi olmayan, çocuk odasına beşikten fazlasının sığmadığı, duvarların içinde yaşayanların üstüne üstüne geldiği 21. yüzyıl insanına geçmişteki ikamet düzeni garip gelebilir.  Lakin çok değil kırk sene evveline kadar İstanbul konut olarak betonun değil ahşabın, çekirdek aile değil geniş ailenin beraber yaşadığı, çoğu yerlinin müstakil bir bahçe içinde ikamet ettiği bir yaşam formuna sahipti. 

Çift kanatlı kapıların, sahanlığın, döner yahut çift kollu merdivenin, karnı yarık sofanın, divanın, çatlamasın diye burguyla delinen sonra çivisi çakılan yahut birbirine geçirilen ahşabın, porselen elektrik prizlerinin, çadır geleneğinden beri gökle irtibatı sağladığından sebep tavan süslemelerinin, ahşabın rengi ve cinsini de örtmeyen geometrik bezemelerin, oymaların, kendine has ölçü ve biçimiyle binaya şeklini veren pencerelerin, kafeslerin, abbaraların, eliböğründelerin, tahtakurularının, yalnızlıktan değil fareler evi basmasın diye beslenen kedilerin, telefonsuzluk devrinde telepati yöntemiyle yaşlıların gençlere çıkardığı davetlerin, çamaşır asılan tahtaboşların, cihannüma ve kulelerin esamisi bile okunmuyor. Ancak müzeye dönüşmüş yahut restorasyon sonrasında pahalı bir restorana dönüşmüş yerlerde bu dediklerimizi kısmen görmek mümkün.

İzolasyon imkanlarının artmasıyla evet artık kimse fırtınalı gecelerde gulyabani kabusları yaşamıyor ama hayattan da izole oldular. Bu açmazın çözümü eskinin komple kör kazmaya kurban gitmesi miydi?

Evimi Kaybettim, Hükümsüzdür

Yaşam formlarını dönemin istekleri, yaşayanların tercihleri, dünya görüşü, yerel yahut global akımlar ve idarelerin kararları birlikte meydana getirirler. Betonarme ve gecekondu istilasının bir neticesi olarak ahşap konut örnekleri meydandan çekilirken, daha yatakta gözümüzü açtığımız sabahın ilk dakikası itibariyle tabiatla olan ilişkimiz de koparılmış oluyordu. İstanbul’da yaz aylarında nemden uyuyamayan insanların nefes almayan evlerde solukları kesiliyor çünkü. İzolasyon imkanlarının artmasıyla evet artık kimse fırtınalı gecelerde gulyabani kabusları yaşamıyor ama hayattan da izole oldular. Bu açmazın çözümü eskinin komple kör kazmaya kurban gitmesi miydi? Galiba hayır. Yeni bir formu bulmak gerekirken, hızlı inşaat ve tekdüzelik galip geldi ve eski “köhne” damgası altında silinmeye mahkum edildi. 

Bir Kültürel Envanter Kaydı

İşte tam da bu noktada aslında bir mimar olan Reha Günay’ın gayreti alkışlanmalı. Neredeyse yarım asır harcayarak İstanbul’u karış karış gezen Günay, ilk gençlik devresinden itibaren dönem şartlarının elverdiği imkan dahilinde şehrin ahşap konutlarını fotoğraflamış, şimdi çoğunun yerinde yeller bile esemeyen mahallerdeki evleri bir kültürel envanter kaydına tabi tutmuş. İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları’nda şehirdeki en eski yaşam formlarından başlayarak dönem aralıkları içinde yaşanan dönüşümü; sadrazam saraylarından, büyük kompleks Topkapı Sarayı içindeki farklı tarih aralıklarında yapılan odalar ve köşklerden de bahsederek bize sunarken, Anadolu’nun farklı şehirlerindeki örneklere de yer veriyor. Malumdur ki İstanbul sadece İstanbul’dan ibaret değildi. Başkentten başka vilayetlere tayin edilen erkânın merkezdeki modayı gittikleri yere taşımaları, metropoldeki büyük değişimden oralar kadar hızlı etkilenmemeleri münasebetiyle hala ayakta kalabilen örnekler bu açıdan kıymetli.

Yazının tamamını Okur’un 27. sayısında bulabilirsiniz: https://www.okurdergisi.com/okuru-nerede-bulabilirsiniz/

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir