Siyaseti Hikaye Etmek
Ahmet Melih Karauğuz
Tarık Buğra’nın fikir ve anlatı dünyasında öne çıkan mesele, ülkenin ciddi manada bir zihniyet problemi yaşadığı, meselelere bakışın ve çözülemeyişin de bu zihniyet sorunu sebepli olduğudur.
Sözlü ve yazılı kültür ürünleri, toplumların hafızasına inebildiğimiz, tarihsel düzlemde toplumun arkeolojisini yapabildiğimiz yegane ürünlerdir. Modern dönemlerle birlikte, bu ürünler sadece yazılı kaynaklara evrilmiş ve özellikle romanlar, toplumların arkeolojisi için bize doneler veren önemli üretimlerin başında gelmeye başlamıştır. Ülkemizde, belli başlı akademik çalışmalar haricinde, roman arkeolojisi çalışmalarının sayısı az da olsa, dünyada romanlar üzerinden tarihin izini sürmek, toplumsal hafızaya dair çalışmalar görmek ve gerek iktisadi gerekse sosyal hayatın toplumlar üzerindeki etkisini izleyen çalışmalara rastlamak mümkündür.
Ülkemiz edebiyatında modern anlatı türleri Batı izleğinde gelişmiş olsa da zaman içerisinde kendi konularını anlatan, toplumsal meselelere ve tarihsel dönüşüme dair, karşı tezler sunan eserlerin sayısı hızla artmıştır. Özellikle 1930-1980 yılları arasında ülkemiz edebiyatında, tezli romanlar ve tarihi romanlar alanında önemli eserlerin verildiğini görürüz. Halide Edip, Peyami Safa, Halid Ziya, Refik Halid, Yakup Kadri, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Adalet Ağaoğlu gibi isimleri bu türün üretimi konusunda anabiliriz. Ancak bu birincil kaynaklar etrafında üretilen ikincil ve üçüncül kaynakların azlığı ile akademik çalışmalarda bu isimlerin çalışmalarının belli noktalarına odaklanılması, önemli bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Zira her isim, ana akım tarih anlatısını zenginleştirecek, toplumsal dönüşümün derinlerinde dolaşarak olanların daha iyi anlaşılması konusunda ışık olacak eserler kaleme almış ancak kültürel hafızamızda, ikincil ve üçüncül kaynakların azlığı nedeniyle, meselelerin derinlemesine işlenerek silinmez bir iz bırakması konusunda etkisiz kalmışlardır.
Türk romanında Türkiye’nin kuruluş sürecinin etkilerini derinlemesine işleyen, toplumsal gelişim konularına önemli eleştiriler getiren, politik, iktisadi ve kültürel alanda yaşananların daha doğru anlaşılması için önemli eserler veren Tarık Buğra’nın metinleri de arkeolojisinin yapılması ve dönüşümün daha sağlıklı anlaşılması, alternatif anlayışların ortaya çıkması ve toplumsal hafızada yaşanan kırılmaları unutmamak açısından önemlidir.
Türk Siyasi Hayatını Tarık Buğra Romanları Üzerinden Okumak
Tarık Buğra gerek hayatında gerekse de romanlarında hakim hayat tarzına ve tarih anlatısına karşı bir duruş sergilemesi nedeniyle sanat çevreleri tarafından uzun süre dışlanmış, tiyatro eserleri devlet tiyatrolarında sergilenmemiştir ancak o buna rağmen, hayat görüşünden taviz vermemiştir.
Tarık Buğra muhafazakar, milliyetçi bir çizgide durmaktan vazgeçmemiştir. Sanat dünyasında birçok isim onu gerici olmakla suçlayarak onun yazdıklarını göz ardı etme yoluna gitmiştir. Tarık Buğra’nın düşünce temelleri 1960’lı yıllarda belirginleşecek ve dönemindeki isimlerden farklı olarak milliyetçi çizgide yer alacaktır. Tarık Buğra bütün bir hayatı boyunca kemalizme karşı ve uzak duracak, eserlerinde kendisiyle benzer konuları işleyen Kemal Tahir’le kıyaslandığında kemalizme hiç müsamahalı olmayacaktır.
Tarık Buğra romanlarında kendi huy ve karakterini, hayat macerasını ve sıkıntılarını duygu ve üslup olarak aksettirmiştir. Buğra, romanlarında akıcı üslubu, gerçekçi anlatımı ile Akşehir yöresi ağzının kelimelerini ustalıkla kullanır. İlk romanı olan ve 1955’te yayımlanan Siyah Kehribar‘da, İtalya’da Mussolini devrinde geçen olaylar, dikta rejimlerinin hür ve zora gelmez mizaçlar üzerinde yarattığı olumsuz etkileri anlatan Buğra, aslında İtalya üzerinden bir metafor kurarak Türkiye’yi eleştirir. Edebiyat dünyamızda Tarık Buğra’ya önemli bir alan açan, filmleşen ve adını duyuran roman Küçük Ağa‘dır. Bu eserle birlikte, Küçük Ağa’nın devamı olan Küçük Ağa Ankara’da ve Firavun İmanı romanlarında, milli mücadele sürecinin hakim tarih algısı ve ideolojik yaklaşımı karşısında, o dönemi farklı bir açıdan ele almaktadır. Daha çok devletin resmi görüşünden hareket eden Kurtuluş Savaşı romanlarının tam aksine bu üç romanda meseleler, insan / millet açısından ele alınır ve yeni olan bir yorumla ortaya konur. Yağmur Beklerken romanında Serbest Fırka denemesinin, Gençliğim Eyvah‘da ise 1970’li yıllarda Türkiye’nin bir numaralı meselesi haline gelen anarşik olayların değişik yönlerini, perde arkasını anlatır. Tarık Buğra, Osmancık romanı ile de Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatmıştır. Tarık Buğra, roman kahramanlarını idealize etmez. Onun romanlarındaki bütün tipler tabiidir. İnsanı, en gerçek ve inkar edilemez yanından -mizacından- ve insanın en soylu duygusundan -hüzünlerinden- ele alır.
Buğra romanlarında mekan olarak taşrayı seçmiştir ve büyük kırılmaların, küçük insanların dünyalarında ne tür etkiler yarattığını göstermeye gayret etmiştir. Özellikle Yağmur Beklerken ve Dönemeçte romanları üzerinden, Ankara’da alınan siyasi kararlarının, taşrada yaşayan insanların hayatlarını nasıl alt üst ettiğini, kutuplaşmalara sebep olduğunu; insanların asıl ihtiyacının masa başı kararlar değil, toplumsal bir dönüşüm ve iktisadi anlamda ilerleme sağlayacak gelişmelerde saklı kaldığını göstermeye çalışır.

Tarık Buğra’nın romanlarında genellikle bilge karakterler olarak görülebilecek karakterlerin Osmanlı Devleti bakiyesi bir kültür ve zihniyetten beslenen isimler olması dikkat çekicidir. Mehmet Akif, Hasan Basri, Hüseyin Avni Osmanlı’nın yetiştirdiği son isimler; Rıza Efendi, Fakir Halid karakterleri ise birçok anlamda iyi eğitimli olmasalar da hikmetli ve basiretli karakterlerdir. Olayların doğru ve tam yorumunu Buğra bu karakterler üzerinden yaptırmaktadır. Örneğin Yağmur Beklerken romanında Rıza Efendi, Rahmi’nin partiye girmemesini, kurdukları bankanın insanlar için daha hayırlı bir iş olduğunu söyleyerek istememektedir. Ayrıca Rıza Efendi 1929 yılında kasabaya elektrik getirmeyi hayal edecek basirette bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemeçte romanında da Mevlana okuyan, Yunus Emre’den beslenen bir karakter olan Fakir Halid, ilk olarak ülkenin gittiği dönemeci görmesi ve siyasetin yeni işlevini Doktor Şerif’e söylemesi açısından önemlidir. Tarık Buğra yeni yönetimin yarattığı insan tipleri yerine, Osmanlı’dan gelen ve kendi yatağında akarak devam eden kültürün yarattığı insan karakterlerini çok daha müspet ve belirleyici, ileriyi gören bir durumda resmederek, resmi ideolojiye karşı bir duruş sergilemiştir demek zor olmaz.
Tarık Buğra Türkiye’nin kuruluşunu içeren ilk yirmi beş yıllık periyotta sancılar neticesinde yaşanan iktidar ve politik kavgaların sonucunda ayakta kalan yönetici kadronun kendi hesabına çalışan, menfaatçi insanlar olduğunu eserlerinde defaatle dile getirir. Cumhuriyetçi yöneticilerin, aydınların ve elitlerin halktan kopuk olduğu, halkı anlamaktan uzakta kendi dünyası içinde yaşadığı ve halkın da birçok yönden dönüşümü anlayamadığı eleştirisi de Tarık Buğra romanlarının temel odak noktasıdır. Dönemeçte romanıyla olgunlaşan Tarık Buğra’nın fikir ve anlatı dünyasında öne çıkan mesele ise, ülkenin ciddi manada bir zihniyet problemi yaşadığı, meselelere bakışın ve çözülemeyişin de bu zihniyet sorunu sebepli olduğudur. Tarık Buğra’ya göre Tanzimat’ta yanlış iliklenen ilk düğme neticesinde ülke hiçbir zaman gömleğini düzgün giyme imkanına erişememiştir.