Söyleşi: Selahattin Yusuf
Konuşan: Fatma Kebire Gündüz
Okurların deneme, hikaye, roman ve şiirleri ile sevdiği yazar Selahattin Yusuf’un yeni romanı Eve Dönemezsin, Kasım ayında Turkuvaz Yayınları’ndan çıktı. Eser, yarı otobiyografik bir roman olduğundan, yazarın çocukluğuna da yakinen tanık olma imkanı bulduk. Biz de bu vesileyle Selahattin Yusuf ile son romanı başta olmak üzere eserleri üzerine konuştuk.
Eve Dönemezsin kitabınız ile birlikte Karadeniz’in dışarıya yansıyan coşku ve hayat dolu imajının üzerindeki sis perdesi aralanır ve arkasında sakladığı derin yaralar fark edilir mi sizce?
Açıkçası bu biraz da okurların yorumlarına ve meseleyi nereden tuttuklarına bağlı bana kalırsa. Ama ben öteden beri Karadeniz’in büyük bir ağıt geleneği olduğunu düşünüyorum. Romanım da İsmail Türüt yerine o eski uzun havaları ve ağıtları öneriyor. Bu bakımdan haklısınız. O yalancı sis perdesini aralamaya çalışıyorum. Ama kesinlikle hayata küsmüş bir ağıt değil benimki. Sadece şimdilerde geçerli olan sahte ve marazi hayat doluluğunu, eski nitelikli neşeyle değiştirmeye çalışıyorum.
Romanlarınızı okurken insan hayli kederleniyor. Fakat bu keder bildiğimiz kederin aksine sizin son kitabınızda tanımladığınız gibi “çirkinlikten ve umutsuzluktan değil, güzellikten ve umuttan beslenen” bir keder. Bu yorum sadece size mi has, yoksa kelimenin şimdiye kadar fark edemediğimiz başka bir anlamı mı?
Evet, romanda umutsuz kederi değil; umutlu ve hüzünlü güzel kederi işliyorum. Çünkü bütün yoksunluklara ve dertlere dayanma gücü veren ikinci tür kederdir. Birincisi yeni, umutsuz ve yıkıcıdır. Eski hüzün terbiyesinde gemisini kurtaran kaptan değildir. Yani bencillik yoktur; imece vardır, yardımlaşma vardır, dayanışma ve birliktelik vardır. İnsanlar ayrım yapmadan kardeş olduklarında, kederleri güzel ve yaratıcı bir hüzne dönüşür ve hayatın -daha derin- tadı da budur bir bakıma.
Yazının tamamını Okur’un 19. sayısında bulabilirsiniz: https://www.okurdergisi.com/okuru-nerede-bulabilirsiniz
Yazarken kullandığınız bazı kelimeler ve tanımlamaları neye göre belirliyorsunuz? Ki bunlar yıllar geçse de okurlarınızın hafızasından silinmiyor.
Dil titiz bir işçilik gerektirir. Ben, yazacağım romana çalışırken, bir yandan da yeni bir lisan öğreniyormuş gibi dile çalışırım. Kelimelere çalışırım. Onları rüyama girecek kadar irdeler ve düşünürüm. İmge ve metafor, bana kalırsa, bir metnin yüreğidir. Orayı sıkı örmek gerekir ki bir yenilik ve lezzet elde edebilelim.
İnanmanın sevmekten daha zor olduğunu yazmışsınız romanda. Yokluğun, yoksulluğun dibini görmüş, üstelik annesini kaybetme acısını da yaşamış bir çocuk, yazar olma hayaline inanacak gücü nereden buldu? Çünkü sonrasında o çok istediği hayalini gerçekleştirdiğini de biliyoruz.
Bunu kesinlikle böbürlenmek veya şişinmek için söylemiyorum, bendeniz çocukluğumdan itibaren hep kalabalıktan biraz uzakta durdum ve hayatı izledim. Bunun acı veren bir tarafı da var biliyorsunuz. Hani, filozofun dediği gibi; yaşanmayan hayat üzerinde düşünmeye değer mi? Ben, üzerinde düşünülmeyen hayat yaşamaya da değmez tarafındaydım hep. Yarı bilinçli halde tuttuğum yol da beni buraya getirdi.
Romanlarınızın daimi kahramanları var, deliler ve yaşlı nineler. Son romanınızdaki gibi ilk romanınızın da bir Havva ninesi vardı. Hatta “Dünyaya alıştınız” demesini hâlâ unutmadım. Buradan, bu karakterlerin sizin hayatınızda da hususi bir öneme sahip olduğu sonucunu çıkartabilir miyiz?
Gönül rahatlığıyla çıkarabiliriz hem de (gülüyor). Deliler, meczuplar, çocuklar ve yaşlılar; benim hayat hakkında kendilerinden daima taze ipuçları edindiğim insanlar. Meczuplar ve çocuklar, bir muammadan başka bir şey olmayan insan bilincinin çatlaklarıdır. Işık dünyaya o çatlaklardan sızar.
“İnsanın hiç giyinmemiş yerleri gözleridir”. “İnsanların gözleri benim hapishanem oldu”. “Gözleri hafızasız”. Sırasıyla romanlarınızdan en zayıf noktamız ile alakalı bazı imgeleriniz. Kendimizi ele verdiğimiz tek yer diyebilir miyiz gözlerimiz için?
Evet. İnsanın hiç yaşlanmayan, hep çocuk kalan ve düzen kurmayı beceremeyen yeri -kalbi bile değil- sadece gözleridir. İnsanın en kışkırtıcı, en ele geçmez yeridir gözleri. Biliyorsunuz, Modigliani, modellerinin gözlerini hiç çizememiştir. Resmedememiştir. Bana hep çarpıcı gelen bir samimiyettir bu. Sorulduğunda ise “İfadesini asla kesin bir netlikle ele geçiremiyorum ki çizebileyim!” demiştir. Ele geçirilemezdir gözler. Sahibi tarafından bile, ki en tuhaf yanı da bu olsa gerek.
Romanlar, göz ardı edemeyeceğimiz kadar kıymetli. Peki ya şiir? Bir daha ne zaman Selahattin Yusuf şiiri okumak kısmet olacak bizlere?
Teşekkür ederim. Yeni bir şiire başlamak/çalışmak için ruhen hazırlanmaya çalışıyorum bu günlerde. Bakalım kısmet olur mu? Çok teşekkür ederim zarif ilginiz için.