OKUR, Kitaplar Yalnız Kalmasın Diye Çıktı
 

Varlık ve Zaman, 5. Bölüm: Kaygı

Simon Critchley – Mütercim: Burhaneddin Kanlıoğlu

Simon Critchley, günümüz felsefe dünyasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olarak görülüyor ve Türkçede 9 kitabı bulunuyor. Onun The Guardian’da yayımlanan “Varlık ve Zaman” yazı dizisini kendisinin özel izniyle Okur’da yayımlayarak dilimize kazandırmak istedik. 8 ayrı makaleden oluşan bu serinin, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını okuyucular için çok daha anlaşılır ve keyifli kılacağını ümit ediyoruz.

Kaygı fevkalade felsefi bir ruh halidir, o kendimi özgürce düşünmeye başladığım bir ayrılma deneyimidir.

Son yazımızda ortaya koymaya çalıştığımız üzere, Heidegger için ruh halleri insanın varlığını açıklamanın temel yollarıdır. Ancak, özellikle ilk kez kendini sadelikte ortaya çıkaran bir ruh hali var. Bu, Heidegger’in temel veya esas ruh hali (Grundstimmung) olarak adlandırdığı kaygının (Angst) bir işlevidir. Safranski1 haklı olarak endişeye “ruh halleri arasında gölgeli bir kraliçe” diyor.

Varlık ve Zaman’da kaygı meselesi, birinci kısım altıncı bölüm itibariyle görülmeye başlanır. Orada Heidegger, Dasein’in varlığını endişe (sorge) olarak tanımlamaya çalışıyor. Açıkçası burada endişe dediğimiz kavramın yapısını ve anlamını yeterince ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koymak için elimde olandan çok daha fazlasını metne dökmemiz gerekiyor. Fakat bu celsede biz kaygıya kendisine bakarak bir ipucundan çok daha fazlasına sahip olabiliriz.

Metodolojik İşlev

Dasein dünyada olmaktır. Gündelik varlığımız dünyanın yollarına tamamen dalmakla karakterize edilir. Dünya bizi büyülüyor ve hayatımız dünyanın ritimlerine ve faaliyetlerine tamamen kapılıyor. Heidegger’in altıncı bölümde sorduğu soru şudur: Bir bütün olarak dünyadaki varlık nasıl açıklanır? Dünyanın bir bütün olarak bize ifşa edildiği bir deneyim var mıdır? Dünyadan sıyrılmayı başarıp onu bizden farklı bir şey olarak görebileceğimiz bir ruh hali var mıdır? Heidegger’in iddiası, bir bütün olarak dünya içinde olmanın kaygıyla açıklanması ve daha sonra endişe olarak tanımlanmasıdır. Dolayısıyla Varlık ve Zaman’ın temel tartışmasında “Kaygı”nın önemli bir metodolojik işlevi vardır.

Ancak kaygının varoluşsal rezonansı metodolojik işlevinden çok daha fazladır. Kavranması gereken ilk şey, sürekli bir endişe ya da bir şeyler hakkında duraksız kuruntu halinin “kaygı” anlamına gelmediğidir. Aksine, Heidegger, kaygının nadir ve ince bir ruh hali olduğunu dile getirirken bir yerde onu sakinlik veya huzur hissi ile bile karşılaştırır. Kişi kaygının içinde, özgür, otantik bir benlik olarak varlığa gelir. Elbette ki “kaygı” en meşhurları Sarte’ın Bulantı’sı ve Camus’nun Yabancı’sı gibi binlerce varoluşçu romanı ortaya çıkaran ruh halidir. (Heidegger varoluşçuluk konusunda çok eleştirel olmasına rağmen.)

Heidegger’in kaygı kavramını hangi anlamda ele aldığını anlamak için, onu incelediği bir diğer ruh halinden “korku”dan onu ayırt etmeliyiz. Heidegger, Varlık ve Zaman’da öncelikle bir korku fenomenolojisi ortaya koyar. Onun iddiası, korkunun her zaman tehdit edici bir şeyden, dünyadaki belirli bir şeyden korkmasıdır. Diyelim ki ben örümceklerden korkuyorum. Korkunun bir nesnesi vardır ve bu nesne ortadan kaldırıldığında, artık korkumuyorumdur. Banyoda bir örümcek görüyorum ve aniden korkarken, benim örümceklerden korkmayan arkadaşım bu saldırgan eklembacaklıyı uzaklaştırıyor ve ben artık korkmuyorum.

Dünyadaki Oluşa Dair Kaygı

Şeyler kaygı ile birlikte farklılaşır. Eğer korku belirli ve sınırlı bir şeylerin korkusuysa, o zaman kaygı, özellikle hiçbir şey için endişelenmez ve belirsizdir. Korku, dünyadaki belirli bir şeye, örümceklere veya başka herhangi bir şeye yönelikse, o zaman bu kaygı kelimenin tam anlamıyla dünyadaki oluşa dair bir kaygıdır. Kaygı tamamen belirsiz bir şey karşısında yaşanır. Bu durumda, Heidegger kararlıdır, o “hiçbir şeyde ve hiçbir yerdedir”.

Ama bir anlığına burada duralım ve Heidegger’in Varlık ve Zaman Bölüm 1’deki (üçüncü metinde tartıştığımız) “İnsan, kendisini zengin, anlamlı ve etkilendiği bir dünyada bulur.” iddiasını hatırlayalım. Başka bir deyişle, dünya sade (heimlich), hatta rahattır. Kaygıyla, tüm bunlar değişir. Birdenbire, dünyayı anlamsız kılan bu ruh hali tarafından ele geçirilirim. Dünya bir anda bana bir tür sakinleştirilmiş ve anlamsız faaliyet telaşı ve asılsız bir gösteri gibi görünmeye başlar. Bu kaygı halinde, gündelik dünya kaçıyor ve evim bana esrarengiz (unheimlich) ve garip gelmeye başlıyor. Sevdiğim hayat oyunundaki bir oyuncu olmaktan dolayı, artık oyun oynama noktasında görmediğim bir oyunun gözlemcisi haline geliyorum.

Kaygıya ilk bakış, gerçek benliktir. Çünkü dünya salınırken uzaklara, biz zorlanırız. Denizcilik terimleriyle düşünmeyi seviyorum. Dünyadaki asılsız yaşam, bir tür Heidegger’in tabiriyle “temas etmeden yüzerek” olan şeylerle ve diğer insanlarla tamamen bağlantılıdır. Dünyadaki günlük yaşam denize batırılmış ve dünyanın bunaltıcı bayağılığı tarafından boğulmuş gibidir. Kaygı, deniz suyunun süzüldüğü o kıyıda kendini kıyıya vurmuş olarak bulduğun ve gelgitlerin yaşandığı bir deneyimdir. Kaygı, benliğin kendisini dünyadan ayırt ettiği zaman ve kendini tanır hale geldiğinde temel ruh haline gelir.

Kendimizle Aramızdaki Radikal Ayrım

Kaygı karanlığa, umutsuzluğa ve gece terlemelerine ihtiyaç duymaz. En masum durumlarda ortaya çıkabilir: Metroda otururken, dikkatlice bir kitap okurken ve konuşmalara kulak misafiri olurken, biri tarafından aniden kaçırılacak olmak gibi anlamsız duyguları yaşarken, kendinizi bulduğunuz dünya ve yine bizzat kendinizle aranızda radikal bir ayrım yaparken… İşte böylece Heidegger, bu endişe deneyimiyle Dasein’in bireyselleştiğini ve öz-farkındalığın oluştuğunu söylüyor.

Kaygı, özgürlüğümüzün ilk deneyimidir, şeylerden ve diğer insanlardan bağımsız olarak bir özgürlük. Kendim olmaya başlamak için bir özgürlük. Kaygı belki de eşi benzeri olmayan felsefi bir ruh halidir, o kendim için özgürce düşünmeye başlayacağım şeylerden ve diğerlerinden kopma deneyimidir. Yine de, Heidegger’in çok iyi farkında olduğu gibi, endişe, Hıristiyan geleneğinde, Augustine’den Kierkegaard’a, kendi kendini çevirme çabasını, bir tür dönüşüm geçirme biçiminde tanımlayan güçlü bir şekilde analiz edilen bir ruh halidir.

Heidegger’in Hristiyanlıkla olan farkının, sadece kendisinin dönüşümünün Tanrı’ya atıfta bulunmakla ilgili değil, aynı zamanda ölüm fikriyle ilişkili olduğunu, bir sonraki metnimizde konu edeceğiz.

(devam edecek)

Dipnot:

1- Alman felsefeci-yazar

Henüz yorum yok...

Yorum yapmak ister misiniz?