Simon Critchley – Mütercim: Burhaneddin Kanlıoğlu
Simon Critchley, günümüz felsefe dünyasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olarak görülüyor ve Türkçede 9 kitabı bulunuyor. Onun The Guardian’da yayımlanan “Varlık ve Zaman” yazı dizisini kendisinin özel izniyle Okur’da yayımlayarak dilimize kazandırmak istedik. 8 ayrı makaleden oluşan bu serinin, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını okuyucular için çok daha anlaşılır ve keyifli kılacağını ümit ediyoruz.
Heidegger’e göre vicdan, beni kendime geri getiren ve dünyanın gürültüsünü bastırabilen bir çağrıdır.
Heidegger’in “ölüme karşı varlık” kavramının varoluşsal draması sonrası şimdi biz neden vicdanı tartışmaya ihtiyaç duyuyoruz? Varlık ve Zaman’da sıkça söz edildiği üzere, Heidegger, “ontik” olarak tanımladığı seviyede, yani deneyim alanında, “ölüme karşı varlık” tanımının biçimsel veya ontolojik olarak doğruluğuna rağmen, daha da zorlayıcı başka bir içeriğe ihtiyaç duymada ısrar eder. Ona göre, sonluluk kendini vicdanın deneyimlenmesiyle kavrar. Bana göre, Varlık ve Zaman’ın en heyecan verici ve en zorlayıcı sayfaları, “vicdanın” tartışıldığı sayfalardır. Müsaadenizle, mümkün olan en sade haliyle Heidegger’in bu tartışmasının zahmetli sınırlarını sizlere kabataslak göstermeye çalışayım.
Vicdan bir çağrıdır. Bu çağrı kişiyi, günlük hayatın çirkin aşinalığından, onun içinde bulunduğu sahte gerçeklikten söküp alan bir çağrıdır. Heidegger bunu, kişinin kafasındaki dış ses gibi, onu dünyadaki kargaşadan ve hayatın gevezeliğinden çıkaran ve bitmek bilmeyen meşgalemizi tutuklayan esrarengiz bir deneyim olarak aktarıyor.
Bu ton, Augustinus ya da Luther’deki haliyle Hristiyanlığın vicdan deneyimine oldukça yakın bir anlayış. Augustinus İtiraflar’ın sekizinci kitabında, vicdanı bir çocuk masumluğunda, onu pagan dünyasından alıp tekrardan Mesihe ve kutsal kitaba döndüren bir dış ses olarak tanımlarken, Luther de vicdanı kişinin zihnindeki tanrının çalışma alanı olarak açıklıyor.
Vicdan, Benim Kendimle Konuşmamdır
Heidegger’e göre diğerlerinin aksine vicdan, tanrının benimle konuşması değil benim kendimle konuşmamdır. Vicdanın esrarengiz çağrısı -aniden ortaya çıkmasının sızısı ve acısıyla- bir yabancının çağrısı gibi hissettirir fakat bu Heidegger için Dasein’nin kendisine seslenmesinden başka bir şey değildir. Şimdi ben Sartre’ın sahte ölümsüzlük olarak tanımladığı sahici olmayan bu dünyadan benliğime doğru çağrılıyorum. Dahası bu benlik, altıncı yazıda da gördüğümüz gibi, “ölüme karşı varlık” açısından tanımlanmıştır. Böylece vicdan, Hamlet’in mezara Yorick’in kafatasıyla girmesi gibi, insanın kendisini ölümlülüğüne geri çağırma deneyimidir.
Şu halde vicdanın çağrısı nasıldır? Heidegger bu konuda fazlasıyla nettir: Kral Lear’ın Cordelia’sı gibi hiçbir şey söylenmez. Vicdanın çağrısı sessizdir. O hiçbir talimat ya da tavsiye içermez. Bu önemli noktayı anlamak açısından Heidegger’e göre gerçekdışı hayat bir gürültü, bir gevezelik şeklinde karakterize edilir, örneğin sanal dünyanın sürekli müphem bir cızırtısı gibi. İşte tam da burada Vicdan, bu gevezelikten, bu şamatadan Dasein’i sessizce geri çağırıyor. Vicdan Heidegger’in terminolojisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan “suskunluk” (Verschwiegenheit) karakterine sahiptir. Özetle, vicdanın çağrısı, dünyanın gevezeliğini susturan ve beni kendime geri getiren sessiz bir çağrıdır.
Fakat bu esrarengiz vicdan çağrısı insana anlamak için nasıl bir katkı sunar? Vicdanın çağrısı ancak tek kelimeye indirgenebilir: Suçluluk! Fakat bu celsede Dasein’nin suçu gerçekten ne anlama geliyor?
Dördüncü metinde de göstermeye çalıştığım gibi, insan, fırlatılmış bir izdüşüm olarak tanımlandığından, bu durum, onun her zaman olması gereken bir varlığa sahip olduğu anlamına gelir. İnsanın varoluşu bir eksiliktir. Bu Dasein sebebiyle olan öyle bir eksikliktir ki telafi etmeye ya da geri ödemeye çırpındığın bir borç gibidir. Bu bir hata / suç “Schuld” olarak ve aynı zamanda borç anlamına gelebilecek olan suçluluğunun antolojik anlamıdır. Bu durumu ekonomik olarak zor zamanlarda yazmış olma ihtimali de olsa Heidegger için şaşırabileceğimiz şekilde, o, şunları yazmıştı: “Hayat maliyetini karşılasa da karşılamasa da bir ticarettir.” Borç varlığın bir yoludur. Borçluyum öyleyse varım!
Suçlu muyuz?
Heidegger, suçluluğun bu ontolojik anlamının borçluluk olarak her bir geleneksel ahlaki suç anlayışının temeli olduğunu göstermeye devam eder. Heidegger’in suç fenomenolojisi Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde olduğu gibi ahlakı zaten önceden varsaydığı için, ahlakla tanımlanamayan ahlaki benliğin derin yapısını ortaya çıkardığını iddia eder. Hristiyanlığın kötülük kavramına “iyiliğin yoksunluğu” olarak yaklaşma durumunu reddeden Heidegger, “suç”un her nevi ahlak için ahlak öncesi bir kaynak olduğunu iddia eder. Bu haliyle, o, iyinin ya da kötünün ötesindedir. Suçluluk kötü müdür? Hayır, ama iyi de değildir. Heidegger için bizim ne olduğumuz oldukça basittir. Biz suçluyuzdur. Kafkavari ebedi hakikatten payımız budur.
Heidegger, Dasein’in sorumluluğu kendi üzerine almadığı konusunda ısrarcıdır. Heidegger’in sıkça söylemekten zevk aldığı gibi; o sadece suçludur. Otantik olanda değişen şey, insanın vicdanın çağrısını anlaması ve onu içine almasıdır. Otantik Dasein kendini suçlu olarak bilir. Heidegger’in dediği gibi, Dasein bunu yaparken kendi kendisini seçmiştir. Burası hayli ilginçtir: Seçilen şey, Dasein’ın ontolojik isteği veya borçluluğundan dolayı zaten sahip olduğu bir vicdana sahip olmak değil; Heidegger’in oldukça garip bir şekilde “vicdan sahibi olmayı istemek” (Gewissen- haben-wollen) dediği şeydir. Bu, eğer talipseniz ikinci dereceden bir arzudur: “Kendim” olduğum isteği, “yoksun olmayı” istemeyi seçiyorum. Heidegger, insanoğlunun ancak bu şekilde cevaplanabilir veya sorumlu olabileceğini ekliyor. Böylece sorumluluk, Heidegger’in çalışmasıyla bağlantılı herhangi bir etik anlayışının anahtar kavramı olurken, en hafif tabirle “farazi” olacak olan, bir vicdana sahip olma isteğindeki çağrıyı anlamaya dayalıdır. Heidegger şunda ısrarcıdır: Bu seçimi yapmak dirençli olmak demektir.