Zeynep Eyüboğlu
Birbirinden farklı iki kültürde yazılan iki kitabı eş zamanlı okuduğumda dikkatimi şu çekiyor: Yazar bireysel, dil ulusal, çalışmak evrensel.
“Ölülerin sesleri/Sonsuza dek konuşacak benimle.” diyor J.L Borges ve devam ediyor. “Yıllarca, çeşitlemeler ve yeni buluşlar aracılığıyla iyi bir şeyler yazabileceğimi umdum; şimdi, yetmişimi aştıktan sonra kendi sesime kavuştuğuma inanıyorum.” Yazıya, yaratıcılığa dair tasavvur edilen çokça mana olmasına rağmen benim muhayyilemde şöyle canlanıyor: Yaratıcı yazarlık değil, yazarın üretkenliği. Öyle ki yazarın okuduğu her metin, izlediği film, gezdiği şehir, dinlediği radyo, yazarın zihin mutfağına pişmek üzere ekleniyor bir bir. Nasıl bir yemek çıkacağına ise yaratıcılığı karar veriyor.
Başlamadan Dönüp Arkaya Bakmak
Semih Gümüş Yazar Olabilir miyim? kitabında kendi deneyimlerini de ekleyerek edebiyatımızın usta isimlerinin yazma süreçlerine dair bize ipuçları veriyor. Virginia Woolf’un ilk romanını dokuz yılda yazdığını, Umberto Eco’nun Önceki Günün Adası’nı yazarken bir geminin planlarını defterine geçirdiğini, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ın yaratım sürecinde kadın ve erkek kahramanlarını, 1805-1856 arasındaki tarihsel olaylar boyunca izlediğini, Carver’in asıl öykülerinin dört taslak yazdıktan sonra başladığını, Dostoyevski’nin Ecinniler’i yazarken 400 sayfa kullanmadığı not tuttuğunu söylüyor bize. Zihnimde ilk parlayan; çalışmak, okumak, kelime ve zaman hesabı yapmaksızın yazmak oluyor. Gümüş ise şöyle destekliyor beni. “Kendi sesinizi arayarak yazın. Ama ondan da büyük bir kararlılıkla okumayı da sürdürerek.”
Elbette aklımda hemen bir soru daha beliriveriyor. Nasıl yazacağım? Burada imdadıma önce Jean Paul Sartre “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.” ve sonrasında Woolf “Kendiniz olmak, her şeyden daha mühimdir.” diyerek yetişiyor. Yazarlığa dair anlatılan teknikler ise bir başucu kitabı olmasına imkan tanıyor.
Chuck Palahniuk’in Bunu Bi Düşün – Yazarlık Yaşamımda Gidişatı Değiştiren Anlar kitabı otobiyografik nitelik taşıyor. Aynı adla sinemaya da uyarlanan Dövüş Kulübü romanının yazarı olan Palahniuk, yazarlığa dair deneyimlediği ve başarıya ulaştığı yöntemleri okurlarıyla paylaşıyor.
Neyi İstiyoruz?
Gümüş’ün kitabında eser incelemeleri görürken Palahniuk‘te romanların yanında film sahneleri ve senaryolarla yazma sürecini aktarmaya çalıştığını görüyoruz. Kitaba Stephen King’in bir imza gününde imza atmaktan eli kanadığını, kanın kitaba aktığını, diğer okurların da King’in imzalı kanını istediğini anlatarak başlıyor ve soruyor: Hepimizin kavuşmak için can attığı o büyük şöhret böyle bir şey mi yani?
Kitapta daha önce izlemediğim ancak altını çizdiğim ve hangi bağlamda izlemem gerektiğini fark ettiğim filmler oldu. Zıt ve uçlarda seçilen, toplum etiğine aykırı diye nitelendirilen konuları işlemesi ve yazarlığını besleyen teknikleri aktarması yönünden de zengin içeriğe sahip. Birbirinden farklı iki kültürde yazılan iki kitabı eş zamanlı okuduğumda dikkatimi şu çekiyor: Yazar bireysel, dil ulusal, çalışmak evrensel. Palahniuk’in kalem rengi oldukça farklı. Öyle sanıyorum ki herhangi bir kitap okusam Palahniuk’in yazıp yazmadığını anlayabilirim. Muzip, mizahi, samimi ve özgün.
Palahniuk her bölümün sonunu “Eğer ben sizin öğretmeniniz olsaydım,” diyerek tamamlıyor. Ben Hemingway’den ödünç alarak tamamlamak istiyorum yazarlık denklemini: “Hepimiz, kimsenin asla usta olamayacağı bir zanaatta çırağız.”