Ahmet Demirhan
Tanıl Bora’nın üretkenliğine bir biyografisinin de eklenmesi sevindirici. Bu biyografinin, Cumhuriyet döneminin nevi şahsına münhasır isimlerinden Hasan Âli Yücel üzerine olması onu ilginç kılıyor. Üstelik Hasan Âli’nin biyografi fakiri olduğumuza dair şahitliğine de başvurarak, hem bu fakirliğe dikkat çekmekle ve hem de zaten fakir olunan bir alanda var olan ürünlerin ya arşiv veya dokümentasyon darlığı yüzünden ya da kahramanlaştırmaya veya romantikleştirmeye, bir tür “dokü-melodrama”ya düçar olmaları yüzünden “cansız” olduklarına işaret etmekle başlayan bir biyografi var elimizde. Belki bu yüzden Bora, kitabının başındaki “Sunuş”ta, eseri yayına sunmadan önce okuyan bazı arkadaşları tarafından “antipati” hissi uyandıracak kadar Hasan Âli’ye tabiri caizse serinkanlı yaklaştığını; niyetinin “antipatiyle yaklaşmak” kadar “özel bir sempatiyle yaklaşmak” da olmadığını; Yücel’i “bir figür, bir kamusal figür” olarak gördüğünü söyleme gereği de duyar.[1]
O zaman biz de Bora’nın eserine dair değerlendirmemize “figür”den başlayalım: Bizde genelde, başlangıçta bir yaklaşım tarzı benimsendiği belirtildikten sonra ilerleyen sayfalarda bu tarzın unutuluverildiği çok olur. Bora’nın figürü de böyle. “Sunuş”ta belirtilen figüratif bir okuma yapıldığına dair işaretten sonra metinde bir figür olarak Hasan Âli’den bahsedildiği (görebildiğim kadarıyla) birkaç yer var; örneğin onun bir figür olarak anti-komünizmin inşasında kullanıldığı belirtilirken (s. 273), yine onun “beynelmilel (ve enternasyonalist) sosyalist-komünist düşünce mirasından” şöyle ya da böyle uzak düşen “‘yerli’ ve ‘milli’ bir orta-sol veya sosyal-demokrat siyaset geliştirme cehdi” veya “misyon”u için de “gayet uygun bir figür” olduğunu belirtirken (s. 428) veya kendisine muhalif olanların vefatından sonra onu “müktedirin kibri”yle, “mişli geçmiş zaman figürü” olarak andıkları belirtilirlen (s. 436). Anlaşılacağı üzere bunlar, Bora’nın gözünde negatif figürafyalardır ve bir figür olarak Hasan Âli de bu negatifliğe bir biçimde üretici bir katkıda bulunan bir şahsiyettir.
Ancak Bora nasıl bir figüratif okuma yaptığını hiç söylemez. Onu metaforik bir retorikle aktarır. Sadece “Sunuş”ta Hasan Âli’nin “kimileyin özellikle denemeci yanıyla kendini dinleten, müzik anlamında ‘figür yapan’ bir yorumcu, kimileyin epigon” (veya daha kaba bir tabirle, ‘dalkavuk mukallit’, s. 12) olduğunu kabul ederek yola çıktığnı görürüz. Öyleyse, diyelim ki bir Aurbach’ın figura’sına ya da felsefe tarihi boyunca sergilenen belirli tipolojilerin peşinde koşan bir Lacoue-Labarthe’nin tipografya’sına ya da belki de bunlara benzer başka bir figürafya örneklerine atfedebileceğimiz bir “figür” mü sözkonusu burada?[2] Kısaca ifade etmek gerekirse, kendisini bir şekilde yayan bir mimesis’in denebilirse zembereği olan bir figür müdür Bora’nın figürü?
Elbette bir biyografide figür üzerine felsefi, filolojik veya (en azından belli yönleriyle, örneğin Auerbach’ın Eski Ahit’in Batılı temsiller üzerinde hep asılı kaldığına dair iddiasında, böyle bir uzanımı olduğundan) teolojik bir tartışma yapılması her zaman beklenemez; ancak bize figüratif bir okuma yaptığını söyleyerek böyle bir kıyaslamanın yolunu açan da Bora’nın kendisidir ve dolayısıyla açtığı bu yoldan ilerlediğimizde görürür ki Bora’nın figürü kısadır, güdüktür ve gölgesi kendinden başka bir yere vurmaz, “biz bize benzeriz”cidir, jest ve mimiklerden veya kendi dışından gelen bir takım seslere eşlik eden bir takım ritmik hareketlerden ibarettir. Çünkü bir yandan, bize figür konusundaki yarım sayfayı bile aşmayan, ancak kitabın bütün hatlarını da belirlediği iddiasını taşıyan “Sunuş”ta ifade edildiğine göre, “kamusal”dır bu figür; ama diğer yandan bir o kadar da “özel”: “Figür terimi, müzikte parçadaki bir alt temayı, dansta bir hareket serisini tanımlamak için kullanılıyor ya; o anlamda Yücel’i, döneminin ve ‘davalarının’ özel bir figürü olarak görebiliriz: bir tek-parti dönemi figürü, Kemalizmin bir figürü, ulus-devlet ve milli kimlik inşa sürecinin bir figürü -ve elbette ‘kültür adamı’ figürü” (s. 10; italik eklendi).
Kamusal figür, bizde anlatıla anlatıla tüketilemediği gibi gündeme her yeni bir yaklaşım veya yeni bir teori düştüğünde onunla bir daha bakılmaya çalışılan, doymuş olmasına rağmen yeniden, ama sanki yeni bir teoriyle veya yaklaşımla ya da Bora örneğinde olduğu üzere dönemin bir şahsiyeti çerçevesinde bir daha bakılmasına ihtiyaç duyulan, bir dönem olarak tek-parti (ve kimi zaman da ondan esintilerle birlikte, sonrası), bir ideoloji olarak Kemalizm (ve elbette çeşitli “cereyanlar”), bir ulus-devlet ve milli kimlik inşası olarak Türk milliyetçiliğinin (ama aynı zamanda muhafazakarlığın, İslamcılığın, ara da bir de onların gadre uğrattığı söylenen çeşitli solcu “cereyanlar”ın) serencamı gibi meseleler etrafında bir Hasan Âli portresi (veya kitabın sonlarında sanki “figür”ün de yerini tutmuş gibi görünen bir ifadeyle, “persona”sı, s. 545vd) çıkarılmasını ve bu çerçevede onun bir biyografisinin yazılmasını işaret eder. Kamusal olan dönem(ler), ideoloji(ler) ve serencamlarıdır, özel olan ise Hasan Âli. Bir figür ise Hasan Âli, olabilirse eğer, işte bu meselelerin bir figürüdür; figür, bir yansıma ve yansıtma ilişkisidir Bora’da aslında, kamusaldan özele geçişken bir gidiş-geliş ve elbette bu gidiş-gelişlerin, çeşitli “cereyanlar”daki tezahüründe Hasan Âli tarafından da, kamu tarafından da kullanılışı.
Bu elbette bir sorundur ve sadece figür tanımı kısa kalan, Hasan Âli’yi bir takım meselelerin bir figürü olarak sunarken onu neredeyse onların bir gölgesi, sureti veya hayaleti haline getiren bir tarz olduğundan dolayı da değil. Bora’nın Hasan Âli Yücel’i çeşitli başka ayrıntılara girseydi neredeyse iki katına çıkabilecek bir biyografidir. Ayrıntılar, belli bir konu etrafında neredeyse mili miline Hasan Âli’den veya ona dair başka yazılardan yapılan alıntıların birbirine ulanmasından oluşur (Bora’nın ifadesiyle, Hasan Âli veya etrafındaki konular hakkında “yayınlanmış kaynakların suyunun sıkılmaya” çalışılmasıdır, s. 11-12).
Ancak olduğu haliyle dahi kabarık ve aslında kalabalık biyografik anlatı, ayrıntılardan ziyade, aralara serpiştirilmiş kimi zaman sonuna üç nokta eklenmiş tek bir cümleyi geçmeyen, sanki bir tanımlama veya çözümleme, hani neredeyse analitik bir çerçeveleme ya da bir parergon işlevi gören müdahalelerle bölünerek iş görür; bu müdahaleler bir belgeseldeki dış ses gibidir ve en ince şekilde sunulan alıntıları veya suyu sıkılmaya çalışılan ayrıntıları birbirine bağlar.
Sadece iki örnek: Bora, Hasan Âli’nin kamusal millliyetçilik figürü altında nasıl bir “özel”lik sergilediğini gösterirken, onun, asıl Nihal Atsız tarzı “ırkçı” milliyetçiliğe karşı çıktığına, Ziya Gökalp tarzı olduğu iddia edilen daha kültürel bir milliyetçiliğe ise yakın olduğuna dair bir kanaatin, ancak kültürel milliyetçi olduğu iddia edilenlerin milliyetçiliklerindeki “soy-sop-kin-kan imgeleriyle kaynayan şiirleri”nin ya da “hikayeleri”nin görmezden gelinmesiyle oluşabileceğini belirtir ve üç noktalı hükmünü verir: “Yine, milliyetçiliğin şiddet ve celalinin görünmezliği…” (s. 137). Doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, bu hükmün asıl sıkıntısı, analitik bir tanım gibi işlemeye yeltenmesi, ancak nasıl kurulduğuna dair mili miline alıntılar veya ayrıntılar dışında bize hiçbir şey söylenmemesidir (Bora’nın “şiddet ve celal”, “kamil insan”, “tekfir” gibi sadece daha ‘akademik’ metinlerinde değil, geçmişteki futbol yazılarında dahi örnekleri bolca bulunabilecek, bir araya getirildiğinde ise kendisinin kaleme aldığı Zamanın Kelimeleri[3] gibi bir lügatçe oluşturacak denli bir yekun tutan kullanımlarının ayrı bir bağlamda ele alınması gerektiğini geçerken belirtelim).
Vereceğimiz ikinci örnek ise daha tipiktir ve aslında daha genel bir ahvali, hatta halet-i ruhiyeyi yansıtır. Bora, kamusal bir figür olarak herhalde, dil ve tarih tezleri karşısında, özel bir figür olarak herhalde, Hasan Âli’nin konumunu tespit etmeye giriştiği bir yerde, “Türk dil ve tarih tezleri”nin, “milliyetçi özgüven ve milli his inşasının spektaküler ve spekülatif hamleleri” olduğunu belirttikten sonra, “[g]eç/gecikmiş milli inşa tecrübelerinde hep görüldüğü gibi, milli dile ve tarihe kadim bir kök bulmak ve devamlılık inşa etmekti bu arayışın emeli” yargısı eşliğinde, bunun bir “ilksel kök dil, ilksel kök milli halk” arayışı olduğunu vurgular. Bu görüşün kendisini inşa edişi “milli his”sin nasıl kök bir şekilde, en ilkel düzeyde dahi mevcut olduğunu göstermeye dayanır; kadimleştiricidir. Bu tür hamlelere sık sık eski Yunancayı “yüksek düşüncelerini ve ince hislerini”, Latinceyi ise “hukuki ve ilmi kavramlarını” kullanan eski Romalılar gibi “delil”ler de gösterilir. Üç noktalı hüküm bundan sonra gelir: “Milli bilinci ezelileştiren anakronik bakışın tipik örneği…” (s. 138-139).
Elbette yine, burada bu hükmün doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmıyoruz; asıl sorun, özgüven, his ve bilinç eşliğinde sunulan bu “ezelileştirici anakronik bakış”a dair sunumun bizatihi kendisidir. Bu elbette milliyetçiliğe bir mühür vurmak, eğer Bora’nın üslubunu kullanacak olursak, milliyetçiliğin hatemi olmaya yeltenmektir. Bu noktadan öte artık milliyetçilik için başka bir şey söylenemez; yine başka bir bağlam için kullandığı kendi ifadesini kendisine karşı kullanırsak, o nokta “hududun en müstahkem noktası”dır (s. 447); bu noktanın ötesinde bir şeyler söylendiğinde mülhid, müfsit, zındık olunur, öyle olmadığını söyleyerek dahi bir şey söylenmeye kalkışıldığında en azından “yerli”, “milli”, “muhafazakar”, “mukaddesatçı” diye adlandırılma riskiyle karşı karşıya kalmaya öncelikle razı olmayı gerekir. Kapatır çünkü bu cümle milliyetçiliği ve “özel”leştirir, Türkleştirir, hatta Türkçüleştirir. Öyle ki bütün geç veya gecikmiş milliyetçiliklerin değil, aslında bütün milliyetçiliklerin, dolayısıyla ve öncelikle hala baki Batılı milliyetçiliklerin bu tür “kök” arayışlarıyla, ister mit, ister kök dil, ister köken biçiminde olsun, “köken” yerine “başlangıç” tercihleriyle şekillenen arayışlardaki biçimleriyle olsun, daha Aydınlanma’nın biraz evvelinden, aslında Protestanlığın ortaya çıkışından itibaren bu şekilde kurulduğunu söylemek, hatta Avrupa denilen “idea”nın kurucu hamlelerinden birisinin bu olduğunu iddia etmek, en hafifinden Garbiyatçılık yapmakla suçlanmayı gerektirir.
Bunun başka uzantıları da vardır elbette: çok uzak bir örnek gibi gelecek, ancak Bora’nın 20’li yılların başında Türkiye’ye gelerek maarif konusunda görüşlerine başvurulan pragmatizmin temsilcisi John Dewey’i iki yerde “sosyalist-pragmatist” (s. 159, n. 5 ve 319) diyerek anmasına bakıldığında o kadar da uzak olmadığı iddia edilebilecek bir örnek olarak: bizde hala belirli bir karşılığı olmayı sürdüren Fredric Jameson’un “ulusal alegori” tezinin, Batı dışındaki bütün edebiyatların mecburen milli bir anlatı hüviyetine düştüklerini iddia eden bir tezin[4] kendisine dönmek ve bunun güncellenmiş bir milliyetçiliğin bir eseri olup olmadığını merak etmek, hatta onu Soğuk Savaş yıllarının eseri Amerikancı türüyle bir liberalizmin özel bir biçimi olarak püriten bir milliyetçilik şeklinde adlandırmaya kalkışmak, evrensel bir Kabe’nin yerine folklorik bir şahmeranı yerleştiren bir resmin tam da içerdiği folklorik unsurlar nedeniyle milliyetçi olduğunu iddia etmek kadar abes görünmesi istenir. Hüküm verilmiştir, siz ise o hükmün sınırı geçmiş, mührü kırmışınızdır çünkü. “Beynelmilel”, “enternasyonalist”, hatta cari kozmopolitizm “hududun”un o “en müstahkem noktası”nı.
Kitabın özeti de denebilecek bir bakış açısı ise, Hasan Âli’nin hümanizminin ele alındığı bölümlerde gelir. Bora, bu hümanizmin Batı’dan daha Garplı bir içerik taşıyan bir milliyetçiliğin, Batı’yı coğrafyaya indirgeyen, denebilirse onu Chakrabarty gibi yerelleştiren, taşralaştıran[5], ancak Garp’ı herkesin malı olan değerlerin bir adı olarak genelleştiren bir milliyetçiliğin, “medenilik değerlerini iki anlamda kendine mal ederek; hem benimseyerek, hem de ‘ilk sahibi’ gibi adeta telif hakkı iddiasında bulunarak” sahiplenen bir “‘medeniyetçi’ bir milliyetçilik” anlayışının ürünü olduğunu söyler (s. 293-4). Her ne kadar üzerine mühür vurulmuşsa da, his, bilinç, kadimleştirme hamlesi gibi analitik gibi işlev gören milliyetçilik tanımlarının yanına “medenileştirici” mührü de eklenmiştir böylece, ancak bu çeşitlenmeye rağmen, işlev her zaman aynıdır: aslında Balkan savaşları akabinde yaşanan mülteci akınının, dönemin şahitliklerini de teşkil eden anlatılara bakıldığında, gerçekten travmatik etkisini ele alırken, başlangıcı itibarıyla “milli kin edebiyatı” (s. 76) biçiminde teşkil ettiğini söylediği milliyetçiliğin yine üzerine mühür vurulmuş başka bir tezahürünü sergilemek.
Elbette “‘medeniyetçi’ milliyetçilik”, ne diyelim ki Hasan Âli’nin bir aktörü olduğu İnönü döneminin bir yaklaşımıdır, ne Osmanlı’nın son dönemlerinde belirmeye başlayan ve en önemli sözcülerinden birisinin Ziya Gökalp olduğu bir anlayışın bakış açısıdır ve aslında ne de Türkiye’ye özgüdür. Cemil Aydın, Pan-İslamcılık ile Pan-Asyacılığı birlikte ele aldığı eserinde, medeniyeti Batı’dan soyutlamanın, Batı’yı yerelleştirerek medeniyeti genelleştirmenin, Batı’nın tahakkümü karşısında kendisine yer açmaya çalışan bu tahakküme maruz kalmış coğrafyaların ve bu coğrafyalarda türeyen akımların (“cereyanlar”ın) aralarındaki ciddi farklılıklara ve rekabetlere rağmen müşterek bir hamlesi olduğunu söyler.[6] Amaç, medeniyet sancağı altında Batı’yla tahakküm ilişkisi değil, eşit muamele talebidir. Eğer Hasan Âli’nin sözcüsü ve uygulayıcısı olduğu bir hümanizm, medeniyetçi bir milliyetçilikse ve eğer Hasan Âli, “hümanizmayı milliyetçiliğin rüknü olarak gören anlayışın belli başlı temsilcilerinden biriy”se (s. 295), o zaman bunun başka şekillerde nasıl tezahür ettiğini, bu başka şekillerin hümanizmci milliyetçilikle nerelerde örtüştüğünü, nerelerde ayrıştığını; dahası diyelim ki Edward Said’in bir tür “Amerikan hümanizmi” de içeren “seküler hümanizm”iyle ne tür farklılıklar barındırdığını ele almak gerekmiyor mudur? Biricik midir Hasan Âli’nin hümanizmi veya onun figür(an)ı olduğu hümanizm, bütün sakilliklerine rağmen?
Bize söylenen onun hümanizminde bir el yükseltmenin var olduğudur: “Türk hümanizması, daha üstün, daha kamil, daha sahih, dahası daha-evrensel bir hümanizma olarak tahayyül ediliyordu” (s. 295). Tamam, öyleydi; ama bunun Bora’nın Hasan Âli’nin mesafeli olduğunu ısrarla belirttiği, Güneş-Dil Teorisi’ndeki daha-evrensel olma iddisıyla ne farkı vardı? Hümanizm, bir anlamda, Güneş-Dil Teorisi’nin amacı aynı, içeriği farklı bir tekrarı değil miydi, bütün o dönemin halkiyatçılığı ve folkloru vurgulayan yanlarıyla? Hasan Âli’nin mesafe koyduğu Güneş-Dil Teorisi, kendi taşrasını evrenselleştiren ve Hint-Avrupa ideolojisini temel alan Garp filolojisinin bir benzerini beceriksizce yapmaya yeltenmiyor muydu? Üstelik, hiç gündeme getirilmeyen bir soru olarak, dönemi kapandıktan sonra Türk hümanizmi mi, yoksa Güneş Dil Teorisi mi daha uzun vadeli ve uzun erimli etkiye sahip olmuştur? Mesela Türk şiirinde 50’lerden sonra görülen bütün “güneş” imgelerine, hatta ‘şiddet’e her daim “teşne”likleri bir yana, gözümüz önünde sanki haklarıymış gibi umursamaz bir mesafeyle takip etmeye mecbur bırakılmaya çalışıldığımız ‘Mezapotamya Tarih ve Dil Teorisi’ oluşumlarına baktığımızda? Hangisi hangisinden neşet etmiştir? Bir model, bir “köken”, dahası bir “başlangıç” varsa bu nerededir? Cevap bulamayacağımızı bilerek sorduk, çünkü “biz bize benzeriz” ve milliyetçilik, sadece Türkçülüktür. Bora eliyle, onun mührüyle mühürlenmiştir.
Bora’ın Hasan Âli Yücel‘inde dikkat çekici başka unsur da belli temaların biteviye tekrarıdır. Örneğin Yücel’in sevilmeye dair ilgisini, hevesini, hatta arzusunu sık sık hatırlatılır Bora; Hasan Âli’nin “sevilmeye teşne” olduğunu belli başlı konuları veya hayatındaki dönemleri ele alışında sürekli dönülen bir unsur olarak kullanır. Belki Bora’nın anlatısında belli bir figüratif unsur aranacaksa, bulunmaya namzet birkaç unsurdan da birisidir bu tema. Yine de hep bir silüet olarak belirir, ama o silüetin her bir anda farklılaştırıldığının da farkında olmak kaydıyla. Kimi zaman ilahi bir şeymiş gibi görünür, kimi zaman bu ilahiliğin Mevlevi neşvesine göre hususi bir biçim almış bir sureti; kimi zaman çocukluğun bir hafızası ve hatırası gibi görünür, kimi zaman psikanalitik bir okuma biçiminin yansıması ve kimi zaman özellikle oğlu Can Yücel’in babasına dair tutkusunun bir izdüşümü; ama kimi zaman da başarılı olmanın ve başarılı bulunmanın bir yankısı.
Elbette bir biyografide bunların veya daha başka hususların toplamını ifade etmek için kullanılabilir “sevilmeye teşne” olmak. Yine de aynı biyografide bu kadar dallanma olması, aralarında bir figür olarak Hasan Âli’yi en azından anlatıcının gözünde bütünleyecek bir bağlantının kurulamaması, bir sorundur. Dolayısıyla kenzi mahfi‘yi ima edercesine, Hasan Âli’nin Mevleviliğinden gelen bir hale bağlanması (s. 46; Hasan Âli’nin Mevlana hakkında “Seven ve Sevilen Mevlana” başlıklı bir yazısı üzerinden: “Seven ve sevilen olmak, Yücel için psikolojik bir leitmotiv“; ilk italik eklendi) ile küçükken kaçırıldığına ve Acemlere satılmak istenirken polis tarafından kurtarıldığına dair kendisine aktarılan bir kaçırılma hadisesi çerçevesinde ketum ve soğuk bir baba karşısında anneyle kurulan bir ilişki biçimi olarak sunulması arasında bir irtibat kurmak, belki Hasan Âli’nin kendi “muhasebe”si için kolay olabilir, ama Bora’nın onu bu kadar kolayca aktarılması sorunludur. Dahası Bora, anneyle kurulan ilişkiyi, “okyanussal anne” (s. 24) diye tanımlar ki bunu teknik bir terim olarak kullanılıyorsa hayli sorunludur. Üsluba güç katmak için kullanıldığını kabul etsek dahi, galat bir kullanımı yayma riski taşır.[7]
Yine de Bora’da, Hasan Âli’nin daha çocukluğuna dair anlatısından itibaren anlatısının sanki bir zembereği gibi işler “sevilmeye teşne” ifadesi; birincisi “biyografik” ve ikincisi de “tematik” iki bölümden oluşan Birinci Kısım’ın adı, “Çocukluk: Sevilmeye Teşne”dir ve ilginç bir biçimde bu kısmın ikinci bölümü Hasan Âli’nin “din ve dindarlık”ını ele alır. Her yerdedir “teşne”lik, fakat bir şeyler ifade ettiği söylenebilecekse, ancak yüzeyde, dokunuştadır. Hasan Âli için bir “kapı”dır “sevilmeye teşne”lik (Hasan Âli’nin Hz. İsa’nın öğretisini açıklarken “İnanan sever. Seven, kurtulur” sözünden sonra, yine üç noktalı bir mühürle birlikte: “Sevmek-sevilmek: Yücel’in kapısı…”; s. 61); “şöhret”e karşı tutumudur (Hasan Âli’nin muharrirliği anlatırken kullandığı “Şöhret, ancak zayıf olanlar için bir afettir” sözünü alıntıladıktan sonra: “Sevilmeyi, ‘tanınmayı’ ve bu zevke yazı erbabı olarak erişmeyi ilk kalem tecrübelerinden itibaren çok istemişti”; s. 97); bir iş yapma ve yaptırma becerisi olarak laubali ve şakacı yönünün altta yatan nedenidir (güçlü bir “muhakkak”la birlikte hem de, ama “arzu”ya da dönüşerek: “Muhakkak, sevilme arzusuyla da ilgisi var, matraklıkla yönetme, otoritesine şaka katma meylinin”; s.165, italik aslında); Goethe’yi değerlendirirken onda bulduğu aşk ve sevginin arkasında yatan nedendir (yine “muhakkak”la ve “arzu” halinde: “Goethe‘deki aşk-sevgi izleğine, muhakkak sevilme arzusunu da eklemeliyiz”; s. 171, italik aslında); “temayüz etme”ye yönelik “iştah”tır (“Gerçekten, olağanüstü iştahlıdır Hasan Âli. Yaratma, eser verme, temayüz etme arzusu, aydınlatma-öğretme misyonuyla birbirine dolanmıştır”, s. 173); Atatürk’le yaşadığı meşhur “sıfır” hadisesindeki halinin altında yatan “sebep”tir[8] (“Yücel’in Mustafa Kemal karşısında kendini hiçleştiren nüktesindeki taktiksel yanının vaziyeti atlatmaktan ibaret olmadığına, hoşa gitme, göze girme taktiğini de güttüğüne inanmak için sebeplerimiz var“; s. 192, italik eklendi); otoritesini kullanarak azarlar ve hesap sorar tavrı karşısında kendisinin sunduğundan güçlü bir tezle karşılaştığında yaşadığı geri çekilmeninin nedenidir: (Türkiye’ye gelen Yahudi Alman bilimadamlarından Ernst Hirsch’le bir konuda tartışmasından sonra onun gönlünü de almasını aktarması akabinde, yine üç noktalı bir hüküm: “Yine, azarlayan, had bildiren, ama karşısındaki savında ısrar edince ‘inişen’, uzlaşmayı bilen Hasan Âli…”; konunun asıl bağlanması ise sonraki paragrafın sonlarına doğru, “emare” olarak gelir: “Hep konuştuğumuz, daha da konuşacağımız, ‘iyi geçinme’ eğiliminin ve sevilmek isteğinin emareleri, bunlar…”, s. 237); hayalkırıklıklarının nedenidir (Hasan Âli’nin meşhur “dava”sının değerlendirildiği bölümde Türkçü-Turancıların “aşağılama ve hakaretler”i karşısında nezaketini bozmayan, hatta Bora’nın ‘siyasal kavramı’ düşünüldüğünde tuhaf olduğu rahatlıkla söyleyebilecek bir benzetme yaparak “Carl Schmittgil siyaset anlayışınca, düşmanını teşhis edemeyecek ve onunla çatışmamak anlamında bir ‘apolitiklik'” sergileyen bir tavır gösterdiğini, dolayısıyla belirli bir naiflik ve şaşkınlık yaşadığını da belirtirken, bir hayalkırıklığı olarak, çocukluktaki “teşne”liğe de geri dönülerek, dolayısıyla uzak bir hatıra biçiminde ve tercih de bize bırakılarak: “İsterseniz, Hasan Âli’nin sevilmeye teşneliğini, iyi geçinme meylini hatırlayıp, onun her şeyden fazla sevilmemekten mutazarrır olduğunu da düşünebilirsiniz”, s. 411-412; ‘siyasal kavramı’ ile gündelik siyaset arasındaki farklılığı vurgulamak için, Bora’nın kullandığı “siyaset” kelimesinin altı çizildi); ikbalden düştükten ve başka bir figüratif temaymış gibi işlenen “inziva” hali sırasında kendisiyle temasta olanlarla veya temasını sürdürdükleriyle, en çok da muharrirlik vasıtasıyla okuyucusuyla “yalın vatandaş” olarak yakınlık kurabilme ve “insan canlısı” olabilme, hatta hala ikbal beklentisi içinde olma becerisi gösterebilmesinin nedenidir (“İnsan canlısı -ve tabii ‘sevilmeye teşne…”, s. 438); hep “‘yapıcı’ olmayı manevi olarak bir nevi hayatta kalma stratejisi olarak da içine sindirme” becerisi göstermesinin arkasındaki saiktir (bu “sevilmeye teşneliğinin öteki yüzü”dür, s. 442); son olarak, ölümünün bile dostlarının arasında, bir muhabbet ortamında olmasının bir (manevi?) işaretidir ( “Yine …. ölümü de yine arkadaşlarının arasında olmuştur, sevilmeye teşne, dostluklarına sadık adamın …”, s. 482). Ayrıca Hasan Âli’nin bakanlık dönemini ele alan kısmın başlığı “Süper Bakan”, Türk hümanizmi ile köy enstitülerine ayrılan “tematik” bölümlerden önceki daha “biyografik” bölümün başlığı da “Gözde Nazır”dır (s. 223 ve 225).
Bir çekingenlik mi vardır bu “teşne”den “arzu”ya ve “iştah”a, sonra “sebep”e ve “emare”ye, oradan da sanki uzak bir hatıra imişcesine yeniden “teşne”ye dönüşte? Bu ifadelerin her birisini ayrı ayrı araştırma alanlarını işaret eden vektörel yönlendiriciler olarak görebilir miyiz? Yine de, bu başka alanlar yanında, bir örnek olarak ele alacağımız psikanalizden yararlanma konusunda da yaşanan bir çekince? (Pek tarzım olmayan bir biçimde, maalesef isminin başına sıfatlar eklemeye zorlandığımı belirtmek durumunda kaldığım) solcu-sosyalist-liberal araştırmacı-yazar Bora, Can Yücel’in babasıyla ilişkisini ve ona düşkünlüğünü “Freud’un nazariyesini çürüten bir manzume” olarak gören muhafazakar bir edebiyat araştırmacısına, adını bile anmadan, bizi sadece dipnota göndererek değindikten sonra, üstelik bu konudaki cümlesini de bir “ünlem işareti” ile bitirerek başka bir tavır daha sergiledikten sonra, “Freud’un nazariyesini çürütmekten ziyade doğrulayan bir hikaye yok mudur burada? Güçlü bir özdeşleşme figürü olarak baba ve babasıyla kurulan ilişkinin tam da beklendiği üzere yoğun ve çifte-değerli/ikircikli niteliği…” şeklindeki yine üç noktalı bir itirazla birlikte, bu kez psikanalize dair bir hüküm cümlesine yer verir: “Ayrıca tabii, birisini gıyaben ve ahiren psikanalize ‘yatırmakta’ çok ihtiyatlı olmak lazım” (s. 182-183; italik eklendi). Tabii ki öyle! Ancak ihtiyat kimin için lazımdır? Herkes için mi? Aşikar ki burada da üslup, bir takım tarif ve tanımlamalarla, üstelik ünlem işaretleriyle devrededir. Çünkü aslında ihtiyatlı olma uyarısı, sadece muhafazakar bir edebiyat araştırmacısınadır. Hem onun doğru veya yanlış olduğuna dair bir değerlenmenin ayrı bir mesele olduğunu belirtmemiz gereken görüşünün akabinde, yine doğruluğu veya yanlışlığını değerlendirmenin ayrı bir mesele olduğu kendi aksi görüşü serdedildikten sonra gelen bir uyarıdır bu (‘senin ne haddine Freud!’) ve hem de aslında Bora herhangi bir derinleştirmeye girişmeden Hasan Âli’yi yüzeye dokunuşlarla bol bol ‘psikanalize yatırır’. “Sevilmeye teşne” olma, kimi psikanalitik çağrışımlara açık edilmesiyle, bunlardan sadece birisi ve figüratif okumaya en “teşne”sidir. Dolayısıyla bu dallanmanın nedeni, üslubun yüzeyde dokunuşlarla gezinmesidir; aksi takdirde psikanalitik açıklama da zaten Bora’nın en azından üslubunun bir parçası olarak doğuştan hakkıdır; teknik terimleri galat kullanıma sunduğunda dahi.
Öyleyse ne söyler bize Bora böyle bir üslupla ve yöntemle? Açıktır ki mühür vurucu hüküm cümleleri ile sanki bir ‘mazmun’ gibi duran, sanki bir ‘nakarat’mışcasına yinelenen, ancak farklı vektörel ağırlıkları olan belli tematik tekrarlar, üslubu çeşitlendirmeye yaramaz sadece. Ayrıca belli üslup özelliğine de sahiptir. Sözünü ettiğimiz ayrıntılar ve her bir bölümde Yücel’in yazdıklarının veya hakkında yazılanların ince bir şekilde, neredeyse dilimleyerek (Bora’nın başka bir ifadesiyle, “genişçe”; s. 155) aktarmalar, hep dokunuştur (Bora’nın ifadesiyle, belirli bir “kesif”liğe “hep dokun”masıdır; s. 131). Bora’nın anlatısında belki belli çevrelerde daha evvelden sempatik bulunan bir Hasan Âli’yi antipatikleştirecek birçok ayrıntı vardır, doğrusu Bora da gerçekten Hasan Âli’ye özellikle sempatik veya antipatik bakmamaktadır; ancak Bora’nın üslubu sempatiktir. Bu nedenle, anlatıyı belki de en iyi tarif edebilecek bir metafor (kendisinden özür dileyerek, söylemek istediğimi daha iyi aktarabilmenin bir yolu olarak seçtiğimi özenle belirtmem gereken bir metafor), Bora’nın Hasan Âli’nin yanağından makas aldığıdır.
Bu üsluba uygun olarak kurulan ‘sahne’deki milliyetçilik, hümanizm, Türklük ve Türkçülük, medeniyet, Batı ve Garp ikiliği, maarif, köy enstitüleri ve hatta her türlü “cereyan” ise, aynı yumuşak dokunuştan nasibini alır ve bu yolla şimdiye kadar “cereyanlar” etkisiyle zaten bolca örneğini gördüğümüz, aslında neredeyse başka türlü bir örneğine ancak nadir şahit olabildiğimiz çözümleme tarzlarına mühür vurucu, ama taze görünen, dolayısıyla dilbilimdeki anlamıyla performatif olarak iş görmesi umulan dokunuşlar yapılır. Üslup (sempati veya antipati göstermemesi anlamında, sevmeye değil) sevilmeye “teşne”dir; ötesine başını ve bakışını uzatmalara müsade etmemecesine; söylemsel bir şiddet içerecek şekilde.
[1] Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel, (İletişim Yayınları, İstanbul: 2021), s. 10.Bundan sonra bu kitaptan alıntılar metinde sayfa numarası belirtilerek yapılacak.
[2] Erich Auerbach, “Figura”, Scenes from the Drama of European Literature içinde, çev. Ralph Manheim, (University of Minnesota Press, Minneapolis: 1984), s. 11-76 ; Erich Auerbach, Mimesis, çev. H. Belen ve H. Ertürk, (İtaki, İstanbul: 2019); Pilippe Lacoeu-Labarthe, Typography: Mimesis, Philosophy, Politics, der. C. Fynsk, (Stanford University Press, Stanford: 1998).
[3] Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri:Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili, (İletişim Yayınları, İstanbul: 2018). Şunu da en azından, yine geçerken, belirtelim: Bora, Hasan Âli’nin “Mevlanacılık”ını ele alırken kendisinin serbestçe kullandığı bu tür ifadeleri ondan esirgeyecektir. Örneğin onun Mevlana’yı “Allah’ın adamı” veya “hakim” olarak adlandırmasını “dini terimler” kullanmasının bir misali olarak sunar (s. 46). Oysa gerçekten “dini terim” diye bir şey mi vardır, yoksa bir şeyin hem lügat ve hem de ıstılah anlamı mı, tartışılır. İronik bir biçimde Hasan Âli’nin “dini terimler” kullanmasının “‘retoriksel’ bir işlev de” gördüğünü iddia eden (s. 70) Bora’nın kullanımı ise lügati değil ıstilahi anlamlarla ‘oynamak’tır.
[4] Bu ufak çekinceler haricinde bizde hala meşhur ve makbul tez için bkz., Fredric Jameson, “Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı”, Modernizm İdeolojisi: Edebiyat Yazıları içinde, çev. K. Atakay, (Metis Yayınları, İstanbul: 2008), s. 365-397.
[5] Dipesh Chakrabarty, Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık, çev. İ. Cörüt, (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul: 2012).
[6] Cemil Aydın, The Politics of Anti-Westernism in Asia: Visions of World Order in Pan-Islamic and Pan-Asian Thought, (Columbia University Press, New York: 2007).
[7] Bu ifade ‘ana rahmine dönme arzusu’nu ifade etse, onun çok da “okyanus”la alakası yoktur; Freud’un hiç tecrübe etmediğini söylediğinden kendisine yabancı bir his olarak gördüğü “okyanussal his”sini işaret etse, Freud da bir biçimde “ilksel bir ben duygusu”nu uzaktan çağrıştırdığını şartlı olarak kabullense de, onun olgunluktaki ben duygusuyla yakalanamayacağını, ayrıca bu hisle genelde ifade edilmeye çalışılan bir mistisizm tecrübesinin ve onunla bağlantılı olarak “dinsel gereksinmeler”in ortaya çıkışının açıklanamayacağını belirtiğinden, ama daha önemlisi “okyanussal his”sin temelde anneyle ilişkili olmaması dolayısıyla, zaten psikanalitik açıklamanın dışındadır. Bkz., Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. H. Barışcan, (Metis Yayınları, İstanbul: 2014), s. 25-33.
[8] Hasan Âli’nin” dalkavuk” olarak damgalanmasına yol açacak bu hadise, Atatürk ile Hasan Âli arasında “sıfır” konusunda ciddi bir bilimsel tartışma gibi başlamış, Hasan Âli Atatürk’ün her mukabelesine ciddi cevaplar vermesi ile akıp gitmiş, en sonunda sıkışan Hasan Âli’nin “ilmiden ziyade zekasını” kullanarak “sıfır”ı “karşınızda bendeniz” diye tarih ederek sıyrılmasıyla neticelenmiş. Hadisenin Bora’daki versiyonları için bkz., s. 189-191.